ZİRAAT MARŞI

Sürer, eker, biçeriz güvenip ötesine. Milletin her kazancı, milletin kesesine. Toplandık baş çiftçinin Atatürk'ün sesine Toprakla savaş için ziraat cephesine. Biz ulusal varlığın temeliyiz, köküyüz. Biz yurdun öz sahibi, efendisi, köylüyüz.

30 Haziran 2008 Pazartesi

Gıda Güvenliği ve Köylüler Önem Kazanıyor

DÜNYA EKONOMİSİNE BAKIŞ / ERGİN YILDIZOĞLU / LONDRA
(Cumhuriyet 16.06.2008)

Gıda Güvenliği ve Köylüler Önem Kazanıyor

Dünyanın gündemindeki gıda krizi, teori taklidi yapan neoliberal saçmalıkları bir kez daha mahkûm ediyor. Açlıktan, yetersiz beslenmeden ölenler ve ölecek olanlar için çok geç, ama böylece dünyada, “gıda güvenliği” paradigması, kendine yeterli tarım anlayışı yeniden ön plana çıkıyor.

Suçlular ve ‘yararlı salaklar’

Aylardır dünyayı, özellikle de en yoksul ülkeleri kasıp kavuran yüksek gıda fiyatları krizinin arkasında, küresel ısınma, su stoklarındaki gerilemeler, yüksek enerji fiyatlarının girdi maliyetleri üzerindeki olumsuz etkileri, mali, spekülatif sermayenin fiyatları yukarı çeken, stokçuluğu özendiren etkileri de var. Ama en önemli, uzun dönemli neden “IMF ve Dünya Bankası’nın dayattığı yapısal uyum programları”.

Focus on Global South’un direktörü Walden Ballo’nun, FAO’nun 4 Haziran’da Roma’da yapılan Gıda Güvenliği Toplantısı’nda vurguladığı gibi, 30 yıldır, IMF ve Dünya Bankası, gelişmekte olan ülkelerden, ısrarla, pazarlama ve fiyat garantilerinin, gübre, makine, tarımsal altyapı desteklerinin, gıda ürünlerinin ithalatına konan koruyucu gümrük vergilerinin kaldırılmasını ya da iyice azaltılmasını istiyordu. Bu talebe uyan ülkelerde, gelişmiş ülkelerin çiftçisinin çok daha yüksek verimlilikle ürettiği, üstelik de devlet tarafından desteklenen tarım ürünlerinin ithalatı hızla arttı. Bu ithalat karşısında, aracı şirketler büyük paralar kazanırken yerel üretici çöktü, yok oldu. IMF yoksul ülkeleri, yerel gıda gereksinimlerinden uzaklaşarak, ülkenin dış borçlarını ödemeye yönelik dövizi getirebilecek ihracat ürünlerine yönlendirmeye çalıştı. Bu tuzağa düşenler, uluslararası talebe en uygun birkaç üründe uzmanlaştılar, döviz girdileri de, daha çok orta ve yukarı sınıfların lüks tüketimini finanse etmekte kullanılan dış borçların servisine gitti. Tarım da yerel ekonominin gereksinimlerinden giderek uzaklaştı.

Örneğin, Gana 1970’lerde kendi kendine yeterli pirinç üreticisi olan bir ülkeymiş. Şimdilerde gereksiniminin yüzde 64’ünü ithal eder duruma düşmüş. 2003 yılında devlet destekli Amerikan pirinç üreticisi, Gana’ya 111 bin ton pirinç ihraç etmiş. Domates, salça ve kümes hayvanları sektörlerinde de Gana, aynı dönemde -yerli üretimi çökerken- kendi devletlerinden büyük destek alan Avrupa Birliği köylüsünün ürünlerine bağımlı hale gelmiş. Kümes hayvanları piyasasından yerli üretimin payı 1992’de yüzde 95’ten, 2001’de yüzde 11’e gerilemiş.

Benzer öyküleri, Zimbabve’den Kamboçya’ya, Etiyopya’dan Haiti’ye, Kenya’dan Filipinler’e kadar birçok ülke için anlatmak olanaklı. Bu nedenle Prof. Chossudowski, 5 Haziran’da Global Research’te yayımlanan araştırmasında “serbest piyasanın” eline bırakılan dünya halklarının kaderi, gelişmiş ülkelerde, kapalı kapılar ardında, yönetim kurulu toplantılarında, borsalarında belirleniyor, “Serbest piyasanın şeker kaplı mermileri çocuklarımızı öldürüyor” diyordu.

Türkiye de bu manzaraya çok uygun bir yakın tarihe sahip. Özal dönemiyle birlikte tarımda yaşananlar bize benzer bir öyküyü anlatıyor. Ülke adım adım bir gıda krizine hazırlanırken kimi çok bilmiş ekonomistler, “serbest piyasa ekonomisinin”, Dünya Ticaret Örgütü dayatmalarının Türkiye’yi çağdaşlaştıran bir devrim, hatta “burjuva demokratik devrim” olduğunu, kalkınmanın yolunun köylülüğün tasfiyesinden geçtiğini savunuyorlardı. Böylece bu sözde demokratlar, ekonomi politik düzlemde siyasal İslamın tabanını oluşturacak yıkıma çanak tutuyor; diğer taraftan, IMF politikalarının uygulanmasını kolaylaştıracak söylemleri oluşturuyorlardı. Kısacası, İngilizlerin bir deyimiyle, “yararlı salaklar” işlevlerini başarıyla yürütüyorlardı; hâlâ yürütmeye devam ediyorlar.

Peki, şimdi seni kim doyuracak?

IMF ve uluslararası sermayeye yararlı oldukları kesin. Ama salaklıkları da… Hiç mi kafaları çalışmıyordu? Ülkede tarımı tasfiye edelim, dışarıdan daha ucuza ürün getirelim; getirelim de… a) Tarımdan boşalan nüfusu kentler nasıl emecek, bu sorunun maliyeti ne olacak? b) Ya bugün ucuz olan mal yarın pahalı olursa? Ya biz gereken dövizi kazanamaz hale gelirsek? Bu kumpanya sürekli borçlanarak daha nereye kadar çalışmaya devam edebilir?

Kentlerin hali malum… Üzerinde durmayalım, konumuz değil. Ama gıda fiyatları arttı, tarım arazileriyse boş. Bu arada döviz açığımız artıyor, borç köpüğümüz çok tehlikeli bir düzeye geldi (Bu sürecin bir taraftan nihilist, diğer taraftan dinci dinamikleri var, ama o da konumuz değil). Yaşam bu salakların salaklığını salt onların yüzüne değil, bizim yüzümüze de vuruyor.

Üstelik o kadar nefret ettikleri küçük köylü tarımı, “yararlı salaklık” hizmeti verdikleri büyük sermayenin işletmelerinden çok daha verimli değil miymiş meğerse… (Monbiot, The Guardian 10/05/08)

Monbiot, bu gerçekliğe ilk önce, 1962’de Amaratya Sen’in dikkat çektiğini yazıyor. O günden beri, Hindistan, Pakistan, Nepal, Malezya, Tayland, Brezilya, Kolombiya, Paraguay gibi ülkelerde yapılan çok sayıda çalışma, hep bu gerçeği ortaya çıkarmış. Monbiot’a göre yakın zamanda Türkiye’de yapılmış bir çalışma (kaynağını vermiyor), bir hektardan daha küçük işletmelerin, 10 hektardan büyük işletmelerden 20 kez daha yüksek verim aldığını ortaya koymuş. Belli ki, sürekli yoğunlaşmaya, merkezileşmeye çalışan, hem yerel hem de uluslararası büyük sermayenin işine gelmeyen bu gerçeği hükümetler de görmezden gelmişler.

Aslına bakarsanız, kapitalist tarım işletmelerinde, büyüklüğün değil tekniğin, makineleşmenin ve örgütlenmenin daha önemli olduğunu, Lenin’in 1915 yılında yazılmış, Amerikan tarımını analiz eden bir çalışmasında da görmek olanaklı. Diğer bir deyişle, teknoloji, bilgi ve malzeme desteğiyle küçük işletmelerin çok daha düşük maliyetle, tüm ülkeyi doyuracak üretimi yapması teorik olarak olanaklı. Böyle bir üretim yapısının aynı zamanda daha dengeli bir ekonomik yapı, çok daha istikrarlı, iyi eğitilmiş, çağdaş ve kültürlü (evet, tarım salt ekonomik bir olay değildir), dolayısıyla çok daha demokratik bir toplumun oluşmasına yapacağı katkı da ortada. Belki de, tam da işte bu nedenle hem IMF hem de Dünya Bankası ilk önce köylüye verilen desteklerin kaldırılmasında ısrar ettiler. Bu nedenle ABD ve AB, kendi köylüsünü desteklemek için Dünya Ticaret Örgütü’nün çökmesini bile göze alıyor.

Ancak dünya değişmeye de başladı. Wall Street Journal, “Gıda krizi tarıma yeniden başka bir gözle bakmayı zorluyor” diyor. “Yıllardır yoksul ülkelerde tarıma yönelik yatırımlar, kendi temel besin ürünlerini üretme girişimleri hep caydırıldı” diyen Journal, yazısında “şimdi gittikçe artan sayıda Dünya Bankası uzmanının yoksul ülkelerin kendi sağlıklı tarımsal yapılarına sahip olmalarının önemini vurgulamaya başladıklarını aktarıyor”. Tarıma yapılan yatırımların diğer sektörlere göre çok daha fazla sayıda insanı yoksulluk sınırının üzerine çıkardığı da görülüyormuş. Geçenlerde Dünya Bankası, politikalarının, 1980’lerde, örneğin Afrika’da yol açtığı hasarın sorumluluğunu kabul etmiş (WSJ, 10/06/08).

Hiç yorum yok: