Tarımsal araştırmacılık çalışmalarına ait birikimler ve önemsenen belge ve bilgileri paylaşmak amacıyla hazırlandı. It was prepared with the aim of sharing the accumulation of agricultural research work and important documents and information. Yaşamda en gerçek yol gösterici, bilimdir. / The most real guide in life is science.
ZİRAAT MARŞI
19 Eylül 2008 Cuma
Nasıl Üniversite Olunur?
Ahmet Cemal – Cumhuriyet, 18.09.2008
Geçen haftaki yazının ardından, üniversite bizde ne ölçüde var, nasıl var veya hangi noktaya kadar var, hangi noktadan sonra yok, bunları kısaca da olsa tartışmamız gerekiyor. Hatta, bazı saptamalar karşımıza, "Bizde üniversite var mı?" gibi acımasız bir soru çıkartırsa, bu soruyu ve onu cevaplandırma yükümlülüğünü de göğüslemek ve üstlenmek zorundayız.
Hemen belirteyim ki, bugün yüzden fazla üniversitesinin bulunduğunu iftiharla söylediğimiz bir ülkede, yani ülkemizde, yukarıdaki türden sorular kulağa tuhaf gelebilir. Ayrıca, yüzden fazla gerçek anlamda üniversiteye sahip olmak, gerçekten çok büyük bir bilimsel kapasiteye, çok köklü bir bilim geleneğine sahip bulunmak anlamına gelir ve böyle bir kapasite, o ülkenin dünya sıralamasında çok yukarılara tırmanmasını sağlar.
Eğer bazı binalar ve tesisler inşa edip bunların ana giriş kapılarının üzerine " ... Üniversitesi" yazmak, başlarına 'Rektör' ve/veya "Dekan" unvanlarını taşıyan kişileri geçirmek, içlerini de profesör, doçent ve başkaca öğretim elemanlarıyla doldurmak, o mekanları üniversite kılmaya yetseydi, başka deyişle üniversite kurmak, bunca "biçimsel" ve dolayısıyla da kolay bir eylemle gerçekleşebilseydi, o zaman bu yıl tanık olduğumuz gibi ülkemizde bir yılda yirmiyi aşkın yeni üniversitenin açılmasını bile az görebilirdik.
Gelgelelim üniversiteyi üniversite kılmaya ne binaları ve tesisleri; ne de yöneticileri ve öğretim elemanları yeter. Bir üniversitenin "üniversite" olabilmesinin temel ve olmazsa olmaz koşulu, evrensel nitelikte bilimin ve bilginin üretildiği bir odak noktası olmasıdır. Başka deyişle, üniversite birincil olarak, ne bir meslek okuludur, ne de üretilmiş değil, fakat nakli bilgilerin öğrencilere aktarıla geldiği bir yerdir. Zaten örneğin "meslek okulu" ve "üniversite" arasındaki kavramsal ayrım, Batı'da bu yüzden ortaya çıkmıştır. Yine aynı nedenle, bugün Batı'nın " çok önemli bazı üniversiteleri için her şeyden önce bünyelerindeki felsefe fakülteleri ile övünmek, her fırsatta tanıtım amacıyla bu fakülteleri ön plana çıkarmak, köklü bir gelenektir. Üniversiteyi üniversite kılan temel niteliğin bilim ve bilgi üretimi olduğu göz önünde tutulduğunda, felsefe fakültelerine verilen önem de kendiliğinden anlaşılır: Felsefe, ele aldığı her konuyu "Nedir? sorusunu yönelterek özünde sorgulayan, bunun sonucu olarak da kavramlar aracılığıyla sürekli soru ve bilgi üreten daldır. Dolayısıyla felsefe, bilim ve bilgi üretiminin organik diyebileceğimiz temelidir.
Bu anlatılanlar ışığında üniversite hocası, birincil görevi mevcut "müfredat programlarını" sadece uygulamakla yetinen, araştırma yapmayan ya da belli "zorunlu" akademik unvanları bir defa aldıktan sonra, canı isterse artık emekliliğine kadar tek satır yayımlamadan sadece derslerine girip çıkan kişi değildir. Üniversite hocasını, "akademisyen"i hoca ve akademisyen kılan, onun mesleğinin basamaklarından çıktıkça artan bir araştırma, bilgi üretme ve öğrencilerini de böyle bir üretime ortak etme yükümlülüğünü daha en baştan üstlenmiş olmasıdır. Araştırma yapmayan, eser vermeyen, bilgi üretimi eylemini gerçekleştirmeyen bir üniversite hocası ve akademisyen kavramı, Batı'nın üniversite geleneğine yabancıdır, çünkü o iklimlerde bu gelenek, bilim geleneği gibi çok daha genel ve önemli bir gelenek temeline dayanır.
Öğrencilere, sanat kavramı konusunda kendi fikirlerini üretmelerine zemin hazırlayacak bir eğitimi ve fırsatları sunmadan, üniversite eğitiminde sadece sanatın uygulamasını öğretmek üzerinde odaklaşmak; insanın bütün eylemlerini içine alan "kültür" kavramından yola çıkan, eleştirel nitelikte bir kültür tarihi çalışmasını yeterince ya da hiç önemsemeyerek "üniversiteli" yetiştirilebileceğine inanmak; sadece bir arsa üstüne bina inşa etme uygulaması değil, fakat bundan çok daha geniş bir boyutta, uzamı doldurmanın estetiği diye nitelendirilebilecek bir mimarlık anlayışını tartışma konusu yapmaksızın, mimar yetiştirilebileceğini düşünmek ve nihayet, hangi alanda olursa olsun, önce eleştirel düşünme biçimini egemen kılmadan, temel amacı bilim, bilgi ve düşünce üretmek olan "üniversite" kavramının içinin doldurulabileceği yanılsamasına kapılmak bütün bunların "üniversite" ile hiçbir ilintisi yoktur ve her ortamda yapılması gereken şey, kapısında "üniversite" yazan kurumları sürekli olarak bu ölçütlerin süzgecinden geçirmektir.
acem20@hotmail.com
16 Eylül 2008 Salı
Denizler Tehlikenin Eşiğinde
Denizler Tehlikenin Eşiğinde
Hüseyin BAŞ – Cumhuriyet Gazetesi, 15.09.2008
İklim değişimleri çoktandır herkesin derdi. Buna çevrenin, doğanın, havanın, toprağın, suyun durdurulamayan kirlenmesi de eklendiğinde insan yaşamına olduğu gibi yerküredeki canlıların tümü ve gelecek nesiller için de büyük tehdit oluşturuyor.
Bütün bu kötü gidişin tek sorumlusu ise ne yazık ki, insanın kendisinden başkası değil. Başta büyük devletler olmak üzere, bireyler dahil sorumlulukta herkesin payı var. Kyoto alarm vereli yıllar oldu. Hala onu, şirketlerinin rekabet gücüne zarar vereceği kaygısıyla kabul etmeyen, imzalamayan ya da onaylamakta ayak sürüyen ülkelerin sayıları az değil.
Kyoto Protokolü' ne imza koyup onaylayan Ülkelerin söz konusu küresel afete karşı etkin bir biçimde savaştıklarını söylemek zor. Çoğu ülke, ülkemiz de dahil olmak üzere, işi bir ucundan tutarak geçiştirmeye bakıyor. Çünkü bu afetle savaş ucuz değil. Ciddi yatırımlar, toplumların çevre konusunda eğitilmesi önde gelen gereksinimler arasında. Dahası ulusal planda olduğu gibi küresel planda da irade gerekiyor. Silahlanmaya, savaşa milyarlarca dolar harcamakta tereddüt etmeyenler, getirisi uzun zamanlara uzanan çevrenin korunmasına yönelik yatırımlar söz konusu olduğunda yan çiziyorlar.
Otuz kırk yıl önce birbirlerinden neredeyse bıçak gibi ayrılan mevsimlerin yerinde bugün yeller esiyor. O kadar ki, Vivaldi bugünlerde yaşasaydı ünlü 'Dört Mevsim'ini zor yazardı. Mevsimler çoktandır birbirine karışmış. Dört mevsimden söz eden kimseye de rastlanmıyor. Yaz ortasında görülmemiş şeyler oluyor. Kenya'ya kar yağıyor. Ormanlar sıcaktan, toprak kuraklıktan yanıyor. Kutuplardaki bin yıllık buz dağları eriyip yok oluyor. Doğanın suyu, havası, akarsuları, toprakları gölleriyle kirletilmesi, orman kıyımları aralıksız sürüyor. Bilim adamlarının son araştırmaları denizlerin, okyanusların bile iklimsel değişimlerin ve genel kirlenmenin tehdidi altında yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduklarını ortaya koyuyor. Alarm veriyor.
İklim değişimlerinin ve atmosferin ısınmasının önde gelen nedenleri artık kimse için sır değil. Sera etkisi yaratan karbon salınımının bunun başta gelen sorumlusu olduğu biliniyor. Gelin görün ki karbon salınımında en ön sırada yer alan ABD ve W. Bush yönetimi, sera etkili salınmaların azaltılması için kılını kıpırdatmaya niyetli görünmüyor.
Binlerce araştırmacı, teknisyen ve uzmanı temsil eden sekiz bilimsel örgüt geçen ağustos sonlarında, Bush yönetiminden umudu kestikleri için gelecekteki başkana, yönetime ve Kongre'ye iklimsel ısınmanın neden olduğu aşırı meteorolojik olgulara karşı korunmada alınması gereken politikaları uygulamaya koyması için çağrıda bulunmuştur. Katrina, ike gibi her yıl ortalığı birbirine katan kasırgaların önceden saptanması için gerekli yeni uydular ve daha güçlü bilgisayar sistemleri için gerekli 9 milyar dolarlık kaynak talep etmişlerdir. Irak savaşına 3 bin milyar dolar harcamakta tereddüt etmeyen Bush yönetimi, kasırga afetinin zararlarının en aza indirilmesi için gerekli 9 milyar doları esirgemesi bir yana, çok daha büyük bir küresel afetin baş sorumlusu karbonsalınımının azaltılmasına şaşı bakıyor.
Son günlerde yayımlanan bir başka bilimsel rapor, çevre kirlenmesinin okyanuslar dahil tüm denizler ve kıyıları düpedüz yok olmanın eşiğine getirdiğini ortaya koymaktadır. ABD Virginia Deniz Enstitüsü'nden Robert Diaz' la İsveç'in Goetheburg Üniversitesi'nden Rutger
Rosenberg' in geçen 15 Ağustos 08'de Science dergisinde yayımladıkları araştırmaya göre 1960 yılından bu yana denizlerdeki 'ölü bölgeler' her on yılda 1 katı artmaktadır. Dünyada bugün 400 deniz kıyısı bölgesinde toplam 245 bin kilometre kare, yani Yeni Zelanda büyüklüğündeki bir alanı 'ölümün' eşiğine getirmiş bulunmaktadır.
Ciddi Le Monde gazetesi 'Ölmekte Olan Denizler' başlığıyla yayımladığı başyazıda şu çarpıcı görüşleri dile getirmektedir: "Çöl sözcüğü, asla denizle değil, toprakla ilgilidir. Ne var ki, okyanuslar insanların kusurlu davranışları yüzünden ‘ sıvı çöllere' dönüşmenin tehdidi altındadır. Deniz canlılarının yok oluşunun en belirgin etkenlerinden biri aşırı avlanmadır. Ama yaşam için son derecede tehlikeli ve sinsi gelişme deniz suyunu oksijensiz bırakan ve yok eden 'L'Eutrophisation' olgusudur." Bu olgu başlangıçta yosunların sıra dışı yayılmasıyla ortaya çıkmakta, sonuçta deniz suyunun oksijenini yok ederek, deyim yerindeyse, denizleri öldürmektedir. Bu tehlikeli gelişmenin önde gelen nedenlerini Le Monde şöyle sıralıyor: "Okyanuslara, denizlerin soluğunu kesen söz konusu 'boğulmanın' kaynağında bir kez daha yine insan yer almaktadır. Kirletilmiş sular, akarsulara boca edilen sanayi atıkları, kıyılardaki turizm baskısı, özellikle de tarımda kullanılan kimyasallar ... " (Le Monde, 16.08.08)
Konunun uzmanlarına göre denizlerin çöle dönüşmesinde baş sorumlu, iklimsel değişimleri tetikleyen sera etkili gaz salınımlarının yanında tarımda kullanılan kimyasallar.. dereler, akarsulara sorumsuzca boca edilen zararlı atıklardır. Denizlerimizin çöle dönüşmesini istemiyorsak, öncelikle ve acil olarak kıyılarımızın, akarsularımızın pervasızca kirletilmesini, tarımda kimyasal gübrelerin aşırı kullanılmasını önlememiz gerekmektedir. Bu da, sadece kıyılarımıza 'mavi bayrak' dikmekle olmaz. Devletin artık savsaklamadan işe ciddi olarak el atması, gerekli caydırıcı yasaları çıkarması, kapsamlı bir 'kirlenme envanteri' hazırlayarak, etkin denetim ağının kurulması ve doğanın kirletilmesinin 'ağır suçlar' kapsamına alınmasıyla gerçekleşebilir.
AR-GE Hizmetleri
AR-GE Geriliği
Yakup Kepenek – Cumhuriyet Gazetesi, 15.09.2008
Günümüzde ekonomik büyüme ve gelişmenin en önemli kaynağı "teknolojik yenilik"tir.
Teknolojik yenilikler, her geçen günün, giderek her saniyenin yeniden kanıtladığı gibi, ekonomik ilerlemenin motoru görevini, "ağırlığını arttırarak" yapıyor. Bu nedenle AR-GE verileri, ülkelerin ekonomik gelişmelerinin "birincil göstergesi" sayılıyor.
Geçen günlerde "R-D Magazin", "Küresel AR-GE Raporu" başlığı altında dünyadaki AR-GE durumunu, sayısal verilerle ve karşılaştırmalı olarak yayımladı. Veriler, Türkiye'nin AR-GE "harcamaları" ve "çalışanları" bakımlarından dünyadaki gelişmelerin çok gerisinde kaldığını kanıtlıyor.
AR-GE harcamalarının toplam ulusal gelire oranı, uluslararası karşılaştırmada en çok başvurulan göstergedir. R-D Magazin'in bulgularına göre, her yıl "ulusal gelirden AR-GE' ye ayrılan pay", 2006'da, Japonya'da yüzde 3.40, ABD'de yüzde 2.76, Avrupa ortalaması olarak yüzde 1.88 ve Çin'de yüzde
Türkiye'de toplam AR-GE harcamalarının yıllık ulusal gelir içindeki payı, 2006'da, yüzde 1 'in altında, yüzde 0.7 dolayındadır. Çok daha olumsuzu, bu payın, 2001 'den bu yana çok değişmediğidir; TÜIK verileriyle, AR-GE harcaması ulusal gelir oranı, 2001 'de aynı yaklaşık düzeydeydi
Oysa bu oranın "en az yüzde bir" olması önemli sayılır, çünkü yüzde bir, doğru dürüst bir AR-GE yapılanması için, bir eşik değer; bir önkoşul sayılmaktadır.
AR-GE, yalnızca para işi değildir; her şeyden önce araştırmacı insanla yapılır.
AR-GE' çalışanlarının sayısı ve niteliği bakımından Türkiye'nin durumu içler acısıdır ... Ülkemizde her "bir milyon çalışanın yalnızca yüzde O.3'Ü" AR-GE ile uğraşıyor. Bir milyon kişi başına AR-GE çalışanlarının Avrupa ortalaması ise yüzde bir dolayındadır. Bu sayısal azlık niteliksel yetersizlikle tamamlanıyor. Kaliteli araştırmacı azlığı ve bunların çalışmalarının kurumsal bir yapıya oturtulmamış olması nedeniyle, Türkiye araştırma projesi oluşturamıyor. Çünkü Türkiye bilim insanı yetiştirmiyor! Bugünlerde açılan üniversitelerin nitelikli öğretim üyesi açığı çok, ama çok büyüktür ..
Hiç kuşkusuz AR-GE olgusu, yalnızca bu konuya ayrılan para ve insangücü ile ölçülemez. ARGE'nin "kurumsal yapısı" da başarı için çok önemlidir.
Türkiye'nin AR-GE konusunda yaşadığı bu "sayısal azlık", son yıllarda "niteliksel" yetersizliklerle tamamlanmaktadır.
Ülkemizde AR-GE çalışmalarının; en son (2006) verilere göre, yarısından fazlası "üniversiteler', yüzde 35;40 dolayında kısmı "girişimciler", yani firmalar, kalan yüzde 10-15 gibi bir bölümü de "kamu araştırma birimleri" tarafından yapılmaktadır.
Sayıların azlığı bir yana, bu sayılarla bile "başarılı" bir AR-GE kurumsal yapısı oluşması için, firmaların AR-GE' ye daha çok kaynak ayırması ve ARGE sisteminin "bütüncül" bir işlerliğe sahip olması gerekir. Ülkeler, AR-GE konusunda "yetkinlik" kazanmak amacıyla "ulusal yenilik sistemi" oluşturuyor. Ulusal yenilik sistemleri, anaokulundan üniversite "sonrasına” uzanan tüm eğitim sistemi ile; iletişim ve finansman altyapısını; nitelikli işgücü gereksiniminin nasıl karşılanacağını; üretim ve ürün pazarlanmasını içeren tüm altyapıların eşgüdüm içinde ve etkin çalışmasının genel çerçevesi anlamına geliyor.
Türkiye, ulusal yenilik sistemi anlamında bir makro ya da "bütüncül" bir teknolojik yenilik "politikasından" yoksundur.
Başta TÜBITAK ve üniversitelere rektör atanmasındaki son yaşananlar olmak üzere, kamuda hükümetin uyguladığı "yanlış kadrolaşma"" kurumların AR-GE ile uğraşmasına zarar verecek boyutlardadır.
Türkiye AR-GE, dolayısıyla da teknolojik yenilik bakımından yıllardır yerinde sayıyor. Ancak teknolojik yenilik alanında "yerinde saymak" diye bir kavram yoktur. Diğer ülkeler, "her saniyeyi" değerlendirerek araştırma geliştirme yaparken, ilerlerken, siz yerinizde sayamazsınız; kaçınılmaz olarak, "her saniye" geri düşersiniz! Türkiye her saniye geri kalıyor!!!