ZİRAAT MARŞI

Sürer, eker, biçeriz güvenip ötesine. Milletin her kazancı, milletin kesesine. Toplandık baş çiftçinin Atatürk'ün sesine Toprakla savaş için ziraat cephesine. Biz ulusal varlığın temeliyiz, köküyüz. Biz yurdun öz sahibi, efendisi, köylüyüz.

29 Kasım 2020 Pazar

Türkiye Reşit Sönmez'in değerini bildi mi / Prof. Dr. Mustafa Kaymakçı

Türkiye Reşit Sönmez'in değerini bildi mi

Prof. Dr. Mustafa Kaymakçı yazdı...

Türkiye tarımına ve ekonomisine araştırmalarıyla hizmet etmiş ve mesleğinde iz bırakmış insanlar vardır. Bu seçkin kişilerden birisi de Prof. Reşit Sönmez idi. O’nu 12 Eylül 2020 tarihinde sonsuzluğa uğurladık.

İzin verirseniz Sönmez Hoca’nın Öyküsü’nü genç kuşaklara örnek olsun ve de bilmeyenler de öğrensin diye bilgilerinize sunmak istiyorum.

Anlatayım…

Yemyeşil bir doğa. Koyu mavi Karadeniz’in beyaz köpüklü dalgalarına göz kırpan portakal, elma, armut ağaçları ve bu bahçenin ortasında beyaz boyalı, bol pencereli iki katlı bir ev. Sönmez Hoca, Kurtuluş Savaşı’nın barut kokusu dumanları Anadolu’nun ufuklarını sardığı 1922’lerde bu evde doğdu.

Rize’nin Pilavdağı mahallesinde evlerin kapıları günboyu açıktı. Analar bahçelerde çalışırken bebekler de yeşilin koynuna kendilerini atar, özgür yaşamın tadını çıkarırdı. O da öyle büyüdü; öyle yaşadı ve körpe ayakları ile bir saat uzaktaki okula yürüyerek gitti. Kimi zaman çamurlu yollarda ip gibi yağan yağmur altında, kimi zaman boyunu aşan karlar, elindeki defterlerini, kitaplarını koruyarak yürüdü, terledi, bronşit oldu. Ama dayandı, okudu ve büyüdü.

İlkokul üçüncü sınıfta babası öldü. Ondan sonraki yıllarda okuyabilmek için güç yollardan geçti. Kendi girişimi ile girip kazandığı parasız yatılı sınavı okuyabilme yolunu açtı ve Erzurum Lisesi’ni bitirdi. Lise bitirme ve olgunluk diplomaları pekiyi derece olduğundan üniversiteye sınavsız girebiliyordu. Tıp ve ziraat fakültelerine başvurdu. İkisine de kabul edildi. Ancak O ziraatı tercih etti. Çünkü daha ilkokul çağlarında ağaç dikerdi, meyve budardı ve hayvanları severdi. Bütün çocukluğu ve gençliği ziraatının içinde geçmişti. Atatürk’ün traktör üzerindeki o tarihi resmi büyülemişti kendisini. Ziraat Mühendisi olmak çok tatlı geliyordu kendisine. Öyle yaptı ve 1942 yılında Ankara Ziraat Fakültesi’ne girdi.

Mezun olduktan sonra 1946 yılında Rize’de Çay Teşkilatı’nda mesleğine ilk adımını attı. Askerlik görevinden sonra bilim adamı olmak, bilimsel araştırmalar yapmak istiyordu. Bu tutku ve amaç, kafasını sarmıştı. Az maaşla, zor ekonomik koşullarda Ankara Ziraat Fakültesi Zootekni Bölümü’nde asistanlığa (şimdiki adı araştırma görevlisi) başladı.

Özel sektörde bol paralı teklifler aldı zaman zaman. Ama hiçbirine kapılmadı, sade bir yaşam, kısıtlı olanaklar içinde bilimsel çalışmalara kendini verdi.

Düşünüyordu ve diyordu ki “Sürekli, yararlı ve kalıcı çalışmalar yapmak zorundayız. Kendi ülkemizin koşullarına uygun yeni hayvan tipleri yaratmalıyız.” Dal olarak “Koyun Yetiştiriciliği ve Islahı” üzerinde çalışmalarını yoğunlaştırdı. Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa’nın değişik ülkelerine gittiğinde aynı çalışmalara devam etti. Çiftliklere, köylere gitti, çobanlarla söyleşiler yaptı. Koyun sürüleri arasında ömrünün en güzel günlerini yaşadı. Köy kahvesinde otururken çobanların söylediği her sözü değerlendirdi.

BİLİM ADAMINDA KÖYLÜLER NE BEKLİYOR”

Onların gerçek beklentisini bilerek araştırmalar yapmalıydı. Bu görüşü yaşamı boyunca benimsedi ve birlikte çalıştığı genç akademisyenlere aynı düşünceyi aşıladı. Bu görüşün ülke yararına sonuçlar verdiğini gördü ve mutlu oldu.

İlk asistanlık günlerinden başlayarak Devlet Üretme Çiftlikleri’nde (şimdiki adları Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü) uzun süreli, yorucu ve büyük emek veren çalışmaları Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu destekleriyle yürüttü.

Çok kere koyun sürülerinden evine kene ve başka asalakları bile taşıdı. Üniversitelerde rektörlük ve dekanlık yaptığı sıralarda bile keten elbisesini sırtına geçirerek koyunlar arasına katıldı ve “esas görevi olan araştırmacılığı” bir an bile unutmadı.

Basında, radyoda ve televizyonda çalışmalarına ait güzel, gerçek ve köylüleri sevindiren sonuçları görünce ülkesine ve milletine hizmet etmenin mutluluğunu duydu.

Sönmez Hoca, ekip çalışmasını da ilke olarak benimsedi. Birlikte çalıştığı gençlere her yerde söz ve hak sahibi yaptı. Bilimsel çalışmaları birlikte yayınladılar. Uzun ve yorucu yollardan geçtiler. Uzun yıllar süren araştırmalar sonucunda Tahirova, Acıpayam, Sönmez ve Türkgeldi gibi yeni koyun ve keçi tipleri edildi. Bunların köylü koşullarında iyi sonuçlar verdiğini gördü.

Sönmez Hoca’ya yaptığı çalışmalar sonucunda başta Ziraat Mühendisleri Odası, Tarım Bakanlığı Tarım Teşkilatları, Ziraat Odaları, Zootekni Derneği ve Almanya Giessen Üniversitesi Zootekni Enstitüsü gibi kurumlar bilim ödülleri ve başarı plaketleri verdi.

Sönmez Hoca, Türkiye’nin çalkantılı yıllarında bile çalışmalarını hiç aksatmadı. Türkiye’nin hayvancılık deseninde egemen hayvanın koyun olduğunu gördü ve “ Buğdayla koyun, gerisi oyun”adlı ata sözü O’nunla yaygınlaştı.

Hoca, şöyle sesleniyordu:

Çal kavalını,

Ey mutlu Çoban

Kuzular, analar seni izlesin

Yankılar yapsın dağlarda sesin.”

Zaman ilerledi… Doğanın değişmez yasaları gereğini yerine getirdi ve Hoca 1988 yılında emekli oldu. Ancak mesleğinden hiç kopmadı. Genç akademisyenleri ile çiftliklere gitmeyi sürdürdü, kitapları ortak yazmaya devam etti. Bir ara İzmir Ziraat Mühendisleri Mühendisleri Odası Başkanlığı’nı bile yaptı. Şimdi Alsancak’ın en iyi yerinde olan Ziraat Mühendisleri Mühendisleri Odası, O’nun önderliğinde alındı.

İnsan ömrü, doğumla ölüm arasında sınırlı, kısıtlı ve sayılı günlerden oluşan bir dönemdir. Onurlu, mutlu ve topluma hizmet vermenin sevinci ile dolu bir yaşam sürmektir önemli olan.

Sönmez Hoca, bunun bilincine erişmiş bir bilge idi ve şair yönüyle bunu şöyle ifade etmişti:

Mavi deniz göz kırpar

Yeşil çamlar,

Kuşlar cıvıldaşır, kuzular meler

Neden sitemler hep aynalara

Yaşanarak geçti bunca seneler

Nerde eski günler, güzel şarkılar

Nerde çocukluğum, nerde gençliğim

Şimdi gönüllerde tatlı anılar

Ak saçlarımda bir tarih yatar.”

Özetle, o, bir yandan üniversitedeki çalışmalarını sürdürdü, şimdilerde her biri emekli bile olmuş çok sayıda profesör yetiştirdi, yüzlerce araştırma, kitap ve bildiri yayınladı, rektör ve dekan olarak görev yaptı.

Aslında Sönmez Hoca’nın bize öğrettiği en güzel şey, emeğin, üretkenliğin, liyakatın ve namusun baş tacı edilmesi düşüncesi oldu. Daha da ötesi demokratlığın, çelebiliğin ve sevginin toplumumuzda yaygınlaşmasına eylemiyle büyük katkılarda bulundu.

Evet, an geldi. Reşit Hoca da sonsuzluğa göç etti.

Sönmez Hoca’nın öğrencisi, asistanı ve manevi oğlu olma onuru ve kıvancını hep yaşayacağım.

Işıklar içinde uyu hocam.

Prof. Dr. Mustafa Kaymakçı

* * * * * * * * * * *

KAYNAK: https://odatv4.com/turkiye-resit-sonmezin-degerini-bildi-mi-14092041.html

 

22 Kasım 2020 Pazar

ÇİFTÇİNİN BU SORULARINA VERECEK CEVABINIZ VAR MI? / Mustafa Kaymakçı

 ÇİFTÇİNİN BU SORULARINA VERECEK CEVABINIZ VAR MI? / Prof. Dr. Mustafa Kaymakçı

Gezici Araştırma Şirketi, çiftçilerin durumunu ve algısını belirlemek üzere 1-6 Nisan 2014 tarihlerinde TÜİK örneklem verilerini dikkate alarak bir araştırma yapmış .

Araştırma sonuçlarına göre çiftçiler geçinemediklerini söylüyor.

  • Çiftçilerin yüzde 87.60’ı zorunlu harcamalardan sonra ellerinde para kalmadığını,

  • yüzde 72.40’ı ahırlardaki hayvan sayısının azaldığını,

  • yüzde 35.50’si çiftçiliği bırakarak göç ettiğini,

  • yüzde 38.1’i kooperatifçiliğe önem verilmesini,

  • yüzde 65.9’u ise “tarla tarımından çok hayvancılığa önem verilmesini ve devlet desteklerinin artırılmasını,

  • yüzde 19.3’ü mera alanlarının kalmadığını ve yüzde 22.1’i toprağın eskisi gibi verimli olmadığını,

  • yüzde 30.2’si suyun kalmadığını, yüzde 38.6’sı iklimin değiştiğini ve yüzde 70.8’i nehirlerinin kirlendiğini belirtiyorlardı.

TARIMSAL ÜRETİM NE ALEMDE?

Para kazanamayan çiftçilerin bir kesiminin tarımdan vazgeçtiği biliniyor.Toplam tarım alanı 1990’da 27milyon 856 bin hektardan, 2014 Ocak’ta 23 milyon 811 bin hektara düşmüş durumda. Bunun sonucu olarak tarımsal üretim gerilemiş. Bir örnek: 1990-2013 döneminde baklagil üretimi yüzde 43 azalarak 2 milyon 13 bin tondan 1 milyon 148 bin tona düşmüş.

BU CEVAPLAR BENİM DE OYUMU YÖNLENDİRECEK

Özetle sonuçlar çiftçilerin durumlarının iyi olmadığını ve tarımın önemli sorunları olduğunu gösteriyor. Çözümlerle ilgili yasalar parlamenter demokrasilerde meclisten çıkacağına göre, genel seçimlerde aday olacaklar, aşağıda sıralanan çiftçi sorularının cevaplarını aramak ve bilmek durumundadır diye düşünüyorum. Bir tarım uzmanı ve küçük bir çiftçi olarak aldığım cevaplar benim de oyumu yönlendirecek.

ÇİFTÇİLERİN SORULARI

  • Tarımsal desteklemeler, Tarım Yasası’nın temel ölçütleri düzeyinde gerçekleştirilecek mi? Tarım Yasası’nın bu hükmü neden uygulanmıyor?

  • Çiftçilerin borçlanması, neden özel bankalara yönlendirildi? Ziraat Bankası ya da Tarım Kredi Kooperatifleri işlevlerini neden yitirdi?

  • Tarımsal girdilerden alınan KDV ile Özel Tüketim Vergisi ne zaman düşülecek?

  • Tarımsal amaçlı kooperatifleri güçlendirici yasalar ne zaman çıkarılacak? Üreticiler AB’de olduğu gibi neden sanayici olmuyorlar?

  • Kırsal kesimde örgüt fazlalığı hatta örgüt kirliliği ne zaman sonlanacak? Kurulan örgütlerin işlevleri neden karıştırıldı?

  • Tarım topraklarının yabancı ya da yabancı denetimli bankalar tarafından alınmasını engelleyici yasalara gereksinme duyuyor musunuz? Bu konuda bir sınırlama getirilecek mi?

  • Tarım toprakları ve meralarının korunması konusunda neler yapılabilir?

  • Türkiye lider durumda olduğu ürünlerde uluslararası borsaları neden kuramıyor? Fındık, üzüm, kayısı borsaları gibi.

  • Kooperatifler, ürünlerini aracısız olarak pazarlayamazlar mı? Yerel yönetimler bu konuda gerekli olanakları niçin sağlayamıyor?

  • Çiftçilere tohum ve damızlık üreten devlet tarım işletmeleri neden satılıyor? Bunların korunarak geliştirilmeleri olası değil mi?

  • Tohumculuk Yasası, Şeker Yasası, Tütün Yasası gibi üretici ve tüketicilerin aleyhine olan yasaları değiştirmek istiyor musunuz?

  • Mazot, gübre, yem gibi girdi fiyatları Batı ülkelerine göre neden kat kat fazla? Girdi fiyatları artarken çiftçi eline geçen ürün fiyatları neden düşüyor?

Bakalım, adaylar bu sorulara nasıl cevap verecekler?

* * * * * * * * * * * * * * * * * 

https://odatv4.com/ciftcinin-bu-sorularina-verecek-cevabiniz-var-mi-1103151200.html

19 Kasım 2020 Perşembe

Türk mucizesini nasıl gerçekleştireceğiz? / Mustafa Kaymakçı

Türk mucizesini nasıl gerçekleştireceğiz?

Prof. Dr. Mustafa Kaymakçı

Köylülerin yeniden topraklarını işlemesine geri dönüşü nasıl sağlanır, bir başka deyişle tarımı yeniden nasıl canlandırabiliriz...

* * * * * * * * * * *

Geçtiğimiz yılın 18-21 Kasım 2019 tarihleri arasında Ankara’da yapılan “Tarım Şurası”nda Tarım ve Ormancılık Bakanı Bekir Pakdemirli, “Ülkemizde bulunan 3.2 milyon hektar atıl tarım arazisinin üretime kazandırılması konusunda bir açıklama yapmıştı.

Bu tespit “tarımdan para kazanamayan köylülerin 3.2 milyon hektar toprağını işlemekten vaz geçmiş olduğu” anlamına geliyordu.

Köylülerin yeniden topraklarını işlemesine geri dönüşü nasıl sağlanır, bir başka deyişle tarımı yeniden nasıl canlandırabiliriz?

Bunun yanıtını “Atatürk’ün Devletçilik ve Halkçılık temelinde Tarım Politikası’nı göz önüne alarak verebiliriz” kanısındayım.

Yazımızda, “Devletçilik ve Halkçılık”ın Tarım Devrimi’ne yansımasını irdelemeden önce Cumhuriyetin başındaki Türkiye’nin durumuna göz atmakta yarar var.

CUMHURİYETİN BAŞINDA DURUM NEYDİ

Türkiye, bir doğu imparatorluğunun küllerinden emperyalizme karşı zaferle kurulmuştu. Tarih sahnesinden silinmek üzere olan bir halk, Atatürk’ün önderliğinde Kuvayı Milliye temelinde Cumhuriyet rejimine geçmişti. Siyasal bağımsızlığını kazanan Türkiye ekonomik bağımsızlığını da kazanmalıydı. Ancak bu, askeri zaferden daha da zordu. Çünkü memleketin ekonomisi tam bir yıkıntıydı. Tarımsal üretimi de halkı doyuramaz durumdaydı.

13.6 milyon nüfusun 10.3 milyonu kırsal kesimde yaşıyordu.

Toprak dağılımı adaletsizdi. Ailelerin yüzde 5’i toprakların yüzde 65’ine sahipti. Feodalitenin egemen olduğu doğu ve güneydoğu bölgelerinde ise ağalar devlet konumundaydı.

Tarım teknikleri son derece geri, köylü eğitimsizdi. Çok az sayıda ziraat mühendisi, veteriner hekim ve tarım teknisyeni vardı.

Tarımsal üretim halkı besleyemez durumdaydı. Ekmeklik unun bile çoğu dışarıdan getiriliyordu. Şekerimiz ve yağımız yoktu. Et, bayramdan bayrama bile bulunamıyordu. Hayvanlar hastalıktan kırılıyordu.

Nüfusumuzun yarısı hastaydı. Üç milyon insan trahomluydu. Bebek ölümleri yüzde 60’ın üzerinde seyrediyordu.

Bütün sanayi ürünleri dışarıdan alınıyordu. Ülke Avrupa’nın açık pazarı olmuştu.

Halkın ancak yüzde 7’si okur-yazardı. Darülfünun denilen tek bir üniversite vardı. O’na da üniversite demek zordu. Üstelik Darülfünun hocalarının çoğunluğu da Kemalist Devrimlere sıcak bakmıyordu.

Kadın- erkek eşitliği söz konusu bile değildi.

Bu olumsuz tespitleri uzatmak olası. Gerçekten ülkenin durumu içler acısıydı. İşte Atatürk ve arkadaşları ülkedeki ortaçağı yenmek, tam bağımsız bir Türkiye yaratmak için olağanüstü atılımlar yaptılar. Ekonomik atılımların en somut göstergelerinden biri tarımda gerçekleştirdikleri işlerdi.

CUMHURİYETLE BİRLİKTE TARIMDA NELER YAPILDI

Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte tarımda gerçekleştirilen işleri şöyle özetlemek olası;

Toprak reformu fikrinin temelleri atıldı. Atatürk, her ortamda toprak reformunun yapılması doğrultusunda söylemlerde bulundu. Köylülere toprak dağıtımına başlatıldı.

Köylülerin örgütlenmesi ve kooperatifleşmesinde önemli atılımlar yapıldı. Atatürk’ün kendisi de birçok tarım ve tüketim kooperatifinin kuruluşunda bir numaralı üye oldu.

Tarımsal desteklemeler başlatıldı. Bir köylü vergisi olan aşar kaldırıldı.

Çiftçinin tohumluk ve damızlık hayvan gereksinmesini karşılamak amacıyla devlet çiftlikleri kurulmaya başlandı.

Tarımsal eğitim çalışmaları bağlamında öncelikle orta eğitim düzeyinde okullar açıldı. Tarımsal yüksek eğitim için de bir tarım üniversitesi olan Yüksek Ziraat Enstitüsü kuruldu. Bu enstitü, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin de ilk üniversitesi oldu.

Tarımsal araştırma-geliştirme etkinlikleri başlatıldı. Araştırma istasyonları ve enstitüleri kuruldu.

ATATÜRK TARIM POLİTİKALARININ ÜRETİME YANSIMALARI

Atatürk döneminde 1923–1929 yılları arasında tarımsal üretimin yıllık büyüme hızı yüzde 8.9’u bularak milli gelir büyüme hızını (yüzde 8.6) geçti.

1930-1939 yılları arasında ise küresel kapitalizmin yaşadığı büyük buhranın olumsuzluğuna karşın, tarım kesimi büyümesini sürdürdü. Bu dönemde tarımda yıllık büyüme hızı yüzde 5.1 olarak gerçekleşti.

Gözlemlenen büyüme hızlarının buğday üretiminde ve hayvan sayısında yansıması ise şöyle oldu; 1923’de 0.972 milyon ton olan buğday üretimi 1939’da 3.636 milyon tona çıktı. 1923’de 15 milyon olan koyun sayısı 23 milyona, 4 milyon olan sığır sayısı ise 9 milyona ulaştı.

Tarımda ortaya çıkan bu olumlu gelişmelerde, tarıma yönelik olumlu politikaların fiyat ve vergi değişkenleri yoluyla çiftçiler lehine kaynak yaratılması, oluşturulan deneme ve araştırma istasyonları ile Anadolu’nun erkek nüfusunun yeniden toprağa dönmesine olanak veren barış ortamı rol oynadı.

Kısaca, Türk Mucizesi tarımda da gerçekleştirildi, tarımsal üretim arttı. Türkiye, öncelikle üç beyazda; un, şeker ve bezde dışa bağımlılıktan kurtulmaya başladı. Köylü üzerinde ağa ve beylerin egemenliği giderek azalma yoluna girdi. Bütün bunlar aynı zamanda ulusal birliğin güçlendirmesine de hizmet etti. Halkın devletine güveni arttı.

Bir sonraki yazımızda “Atatürk’ün Tarım Politikası Işığında Tarımsal Kooperatifçilik” konusunu irdeleyeceğiz.

* * * * * * * * * * * *

Kaynak: https://odatv4.com/turk-mucizesini-nasil-gerceklestirecegiz-19112048.html


 

3 Mart 2020 Salı

Tohum sorunu: Yerli mi yerel mi (Atalık/milli)

Erkan Rehber, Aydınlık Gazetesi Yazarı

Türkiye’de atadan gelen tohumların (yerel ve milli) üretimi, kullanımı ve yaygınlaşması konusunda yerel düzeyde dikkate değer gelişmeler ve uygulamalar söz konusudur. Özellikle organik tarım/ürün kavramlarının güncellik kazanması ile birlikte yerel tohum üretim ve kullanımı konusunda toplumsal bir talep de ortaya çıkmıştır. Dünya ve Türkiye’de tohum sektörünün mevcut yapısı yerel tohum çalışmalarının ulusal ölçekte gelişmesine izin vermemektedir. Bu gerçeğe karşın, mevcut tohum sektör yapısının oluşmasında en önemli faktör olan ilgili bakanlığın yerli tohum geliştirme konusunu tekraren gündeme getirmesi üzerine konuyu tartışmak istedik.
DÜNYADA TOHUM SEKTÖRÜ
Dünyada tohum konusunda yaşananlar sanki vahşi kapitalizmin gelişim hikâyesi gibidir. Tarımda geçimlik işletmelerden ticari işletmelere geçişle birlikte bu değişim başlamıştır. Tohum ıslah teknolojilerindeki yeniliklerle birlikte, tohumun kamu malı olmaktan çıkıp bir ticari mal niteliği kazanması sektörü tümüyle değiştirmiştir. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan siyasi ve ekonomik ortam, tohum sektörünün ticari bir yapıya dönüşme sürecini hızlandırmıştır. Günümüzde dünya ölçeğinde çokuluslu şirketlerin hâkim olduğu bir yapı ortaya çıkmıştır. Özellikle son otuz yılda satın alma ve birleşmeler yoluyla sınırlı sayıda firma piyasada söz sahibi durumuna gelmiştir. Bir tahmine göre dünya küresel tohum ticaretinin yüzde 50’sinden fazlası 20 uluslararası firmaya aittir. 2018 verilerine göre bu 20 firmanın toplam satış değeri içinde sadece iki firmanın payı yüzde 60’a yaklaşmaktadır. Bu iki firmadan sonra sıralamada yer alan dört firmanın payı ise yüzde 26’dır. Geri kalan 14 firmanın payı ise sadece 14’dür. Bu verilere göre altı firmanın payı yüzde 86’yı bulmaktadır. Bu firmaların faaliyetlerinin tohumla sınırlı olmayıp, kimyasal ilaç üretimi ve genetiği değiştirilmiş tohumluk çalışmalarını da içerdiği dikkate alındığında dünya tarımında nasıl söz sahibi oldukları daha iyi anlaşılacaktır. Bu firmaların bazılarının insan sağlığı ile ilgili ilaç sanayinde de yer alması konunun başka bir yönüdür. Gelişmiş Batı’da ortaya çıkan bu yapının, gelişmekte olan ülkelere ve benzer şekilde Türkiye’ye de yansıdığı bir gerçektir.
TÜRKİYE’DE TOHUMCULUK
Türkiye’de tohum sektöründe ilk özel şirket 1961 yılında kurulmuştur. 1963 yılında 308 sayılı Tohumculuk Kanunu’nun çıkmasıyla kamu ağırlıklı bir sisteme geçilmiş ve 1980 yılına kadar bu sistem devam etmiştir. 1980 yılından itibaren ise Türkiye’de yeni bir piyasa yapısı yaratılmaya başlamıştır. Bu kapsamda yapılan yasal düzenlemelerle sektör, özel kesimin yer almaya başladığı sözde rekabetçi, yeni çeşitlerin üretildiği ve yine fiyatların sözde serbest piyasa koşullarında belirlendiği bir yapıya kavuşmuştur. 2004 yılında 5042 sayılı Yeni Bitki Çeşitlerine Ait Islahçı Haklarının Korunmasına İlişkin Kanun, 2006 yılında ise 5553 sayılı Tohumculuk Kanunu’nu ile birlikte sektörün üretim ve ticaretinde önemli gelişmeler sağlanmıştır. Türkiye’de tohumculuk sektöründe 2000’li yıllarda faaliyet gösteren firma sayısı 100 civarında iken son 15 yılda olağanüstü bir artışla 832’ye ulaşmıştır. Bu şirketlerden 779’u yerli, 31’i yabancı ve 22’si de ortaklık şeklindedir. Mevcut yasal düzenlemelerde çiftçinin kendi tohumunu kullanması yasak değildir. Ancak yerel çeşitlerin herhangi bir kontrolden geçirilmeden ve belirlenen standartlara uygunluğu tespit edilmeden satılması yasaktır. Ticari olarak üretilen tohumlar ise önemli ölçüde yabancı şirketler ve yerli ortakları tarafından üretilen ıslah edilmiş çeşitlerdir. Türkiye’de genetiği değiştirilmiş tohumların üretim ve pazarlaması yasaktır. Elimizde kesin bir veri olmamasına karşın, ticari olarak üretilen ve dağıtımı yapılan tohumlar içinde yerel (milli veya atalık) çeşit miktarının oldukça sınırlı olduğunu belirtmek, yanlış bir saptama olmayacaktır. Kesin olan; yurt içinde ticari olarak üretilen ve miktarı milyon tonu geçen tohumların önemli bir bölümünün atalık veya yerel olmadığıdır.
ATALIK TOHUM SEFERBERLİĞİ
Tarım Bakanlığı Mart 2017’de İzmir’de, Mayıs 2017’de de Samsun’da 1. ve 2. Yerel Tohum Buluşması'nı başlatmıştır. 2018 yılında “Yerel Çeşitlerin Kayıt Altına Alınması, Üretim ve Pazarlanmasına Dair Yönetmelik” yayınlanmış ve yönetmelikte bir yıl sonra değişimler yapılmıştır. Şubat 2020 başında da Gıda ve Orman Bakanı “Atadan Toruna Tohum Seferberliği” sloganıyla yapılan bir toplantıda neredeyse bu girişimleri yenilemiştir. Ancak yapılan konuşmaların içeriğine bakıldığında Bakanlığın yerli tohumlarla (Türkiye’de hali hazırda üretilen tohumlar) milli veya atalık olarak adlandırılan tohumları bir saydığı anlaşılmaktadır. Nitekim 2020’deki konuşmasında Sayın Bakan “Türkiye’de yerli üretimin 2019 yılında 1.13 milyon tona yükseldiğine işaret ederek Türkiye’nin tohumda ithalatçı değil ihracatçı olduğunu ve kendi tohumunu kendisinin ürettiğini ve tohum ticaretinde ilk 10’da olduğunu vurgulamıştır."
Kimsenin iyi niyetinde kuşkumuz yoktur. Ancak burada bir kavram kargaşası dikkat çekmektedir. Türkiye’de üretilen sertifikalı tohumların ne kadarının milli ve yerel olduğunu bakılmaksızın tümünün neredeyse milli/yerel tohumlarmış gibi sunulması bir çelişki olarak gözükmektedir. Bu çelişkinin farkında olunmaması veya bilerek sürdürülmesi kabul edilebilir değildir.
Uzman olmadığımız teknik bir konuda iddialı cümleler kullanmak istemeyiz. Bakanlık, yabancı tohum tekellerine karşın üreticiyi dışlamadan yerel ve milli tohumları (atalık) sertifikalandırıp öncelikle yurtiçi piyasada kullanılmasını yaygınlaştırma kararını vermiş ise, bundan mutluluk duymak gerekir. Ancak, geçmiş uygulamalara bakıldığında bunun nasıl yapılacağı ve zengin milli gen kaynakları ve biyolojik çeşitliliğin nasıl korunacağı konusunda bir açıklık olmadığı da kesindir. En büyük tehlike halen kamu malı niteliğinde ve çiftçinin elinde olan yerel tohumların yerli ve yabancı ticari şirketlerin kontrolüne geçmesidir.
* * * * * * * * * * * * * * * * * 
Kaynak: Tohum sorunu: Yerli mi yerel mi (atalık/milli), Erkan Rehber, Aydınlık Gazete Yazarı , 02 Mart 2020,
https://www.aydinlik.com.tr/haber/tohum-sorunu-yerli-mi-yerel-mi-atalik-milli-201905-1

Atatürk’ün bakışıyla çiftçi ve tarım / Erkan Rehber


Atatürk’ün bakışıyla çiftçi ve tarım

(Erkan Rehber, Aydınlık Gazetesi Yazarı)

Yazımıza başlarken büyük kurtarıcı, ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ü ölüm yıldönümünde sevgi, saygı ve hasretle anıyoruz. Atamızı anmak onun ilke ve devrimlerine sahip çıkma ve çizdiği yolda, çağdaş çizgide ilerlemekten geçmektedir. Konumuzu tarımla sınırlı tutup, yüce Atatürk’ün çiftçiye ve tarıma verdiği önemi gösteren icraatlarını hatırlayarak, konuyla ilgili bazı sözlerini sunup bunların ışığında çiftçi ve tarıma sahip çıkılması ve korunmasının yaşamsal önemde olduğu konusunda görüşümüzü sunmaya çalışalım.
Konuyu çok kapsamlı sunma olanağımız olmadığına göre, Atamızın çiftçi ve tarıma verdiği önemi gösteren, hatırlatan ve bizlere uyarı niteliğindeki sözlerinden bazılarını hatırlatalım.
-Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür. O halde, herkesten daha çok refah, mutluluk ve servete hak kazanmış ve lâyık olan köylüdür. (1922)
-Eğer milletimizin büyük çoğunluğu çiftçi olmasaydı, biz bugün dünya yüzünde bulunmayacaktık. (1923)
-Köylü, hepimizin velinimetimizdir. Bu soylu unsurun refahını düşüneceğiz. (1931)
-Devlet, temel unsur olan çiftçiyi ve çobanı kuvvetlendirmek zorunluluğundadır. Bunu kuvvetlendirmek de, öyle sözle olmaz; kuvvetlenmesi arzuya lâyıktır, demekle de olmaz. Bilimin, tekniğin ve yüzyılın gerektirdiği araç ve gereçlere fiilen başvurmak gerekir. (1930)
-Millî ekonominin temeli tarımdır. Bir defa, memlekette topraksız çiftçi bırakılmamalıdır. (1937)
Bu birkaç değerli alıntı Atamızın çiftçiye ve tarıma sahip çıkılması gerektiğini bize gösteren açık ifadelerdir. Üzülerek bu konuda çok başarılı olduğumuzu söyleyemeyiz. Hatta Cumhuriyetin kazanımları olan birçok kurumu ve yerleşmiş politikaları yok ettik. Tesellimiz yaşadığımız olumsuzlukların, Atatürk ilkelerinin ve Cumhuriyetin kazanımlarının ne kadar önemli ve doğru olduğunu bize hatırlatmasıdır.


ÇİFTÇİMİZ HER ŞEYE KARŞIN ÜRETİYOR

İlgili veriler incelendiğinde 2018 yılında kırsal alanda yaşayanların oranı yüzde 7.7 ve tarımdan istihdam oranı yüzde 17.7 olarak gözükmektedir. Milli gelir içindeki tarımın payı da yüzde 5.8’e düşmüştür. Ancak bu verilerin gerçeği yansıttığı söylenemez. Günümüzde Türkiye’de nüfusun yüzde 50’den fazlasının kırsal kesimle ve tarımla bir bağlantısı olduğunu belirtmek ileri bir iddia olmayacaktır. Bu verilerin düşük çıkmasının nedenlerinin başında büyük şehir yasası gibi neredeyse zorunlu kentleşme uygulaması ile köylerin mahalle yapılmaları, tarımsal üretimde ve istihdamdaki kayıtdışılık yatmaktadır. Kuşkusuz bu durum 21. yüzyılda gelişmiş ülke iddiasında olan bir ülke için sağlıklı bir görüntü değildir.

Tarımsal üretim girdilerinde fiyat artışları karşısında çiftçi ürününü değerine satamazken, tarımsal ürünlerin piyasa fiyatlarının artmasıyla yanlış bir politika ile piyasanın ithalatla kontrol politikası çitçiyi büyük bir baskı altına almıştır. Gerçek enflasyonun yüzde 20’lerin çok üzerinde ve asgari ücretin açlık sınırının altında kaldığı, işsizlerin sayısının beş milyonu aştığı açıklanmayan bir ekonomik krizi yaşamaktayız. Şayet Türkiye’de bu ortamda sosyal bir patlama ve kitlesel bir toplumsal tepki ortaya çıkmıyorsa bunun başlıca nedeni, Türk toplumunun aile yapısı ve dayanışma bilinci ile birlikte, tüm olumsuz koşullara karşın, tarımda aile işletmelerinin çoğunlukta olması ve üretimin hâlâ devam etmesidir. Bunun en açık göstergesi, sonbahar aylarında yüksek nüfuslu merkezlere giden şehirlerarası otobüslerin bagajlarındaki çuval ve kolilerdir. Bu durum her yıl yaşanmakta ise de son yıllarda daha bir yoğunluk göstermektedir. Hatta görece ekonomik durumları iyi olan yazlıkçılar bile, mevsiminde gerekli ürünleri alarak kış için önemli hazırlıklar yapmaktadırlar. Hatırlanırsa, bu yıl Türkiye’de ilk defa konserve kavanoz kapağının karaborsaya düşmesi bunun bir göstergesi olmuştur.
ÇÖZÜM ÖRGÜTLENMEDE

Daha önceki yazılarımızda sıkça dile getirdiğimiz gibi maalesef Türkiye’de izlenen olumsuz politikalarda bir değişiklik ışığı gözükmüyor. Daha bir yıl bile olmadı, örneğin patates fiyatları yükselince ortalık ayağa kalktı. Depolar basıldı, tanzim satışları düzenlendi. Şu anda patates hasadı sürerken, tarlada patates 70 kuruşa düştü şimdi ne olacak? Bu fiyatın maliyetleri karşılamadığı kesin. Çiftçi, sadece hasat ve ambalaj masraflarını karşılayan bu fiyatla hasadı sürdürüyor. Bunun daha kötüsünü 1976’da yaşadık, patatesler ambarda kaldı. Çünkü fiyatlar ambardan dışarıya taşıma masraflarını bile karşılamamıştı. Çözümün destekleme alımı, tanzim satışı olmadığı kesindir. Benim hafızamda olan elli yıldır dile getirilen örgütlenme ve kurumsallaşma hayata geçirilmeden bu işin gerçek çözümü olamaz. Çiftçiler hem girdi hem de ürün piyasalarında pazarlık gücüne sahip olacak şekilde güçlü örgütlenmelidirler. Ancak, bu örgütler yoluyla yurt içi arz-talep yanında dış-satım potansiyeli de göz önüne alınarak, üretim planlaması yapılabilir. Örgütlenme yoluyla çiftçi, bir yıl önceden ne kadar ürünün, ne fiyattan satabileceğine ilişkin bir sözleşmeye sahip olabilir. Ancak, Türkiye’deki mevcut kooperatif ve birlik anlayışı ile başarılı olma şansı yoktur. Bu tür örgütlenmelerin, açıklandığı gibi üreticiye pazarlık gücü kazandıracak şekilde yasal ve özellikle finansal düzenlemelerle desteklenmesi gerekir. Hepsinden önemlisi bu çözüme bizzat üreticinin inanması ve gönüllü katılmasıdır.
* * * * * * * * * * * * * * * * * 
Atatürk’ün bakışıyla çiftçi ve tarım, Erkan Rehber, Aydınlık Gazete Yazarı , 04 Kasım 2019

https://www.aydinlik.com.tr/haber/ataturk-un-bakisiyla-ciftci-ve-tarim-erkan-rehber-kose-yazilari-kasim-2019

29 Ocak 2020 Çarşamba

TOHUMCULUK SEKTÖRÜMÜZÜN DURUMU / PROF. DR. CENGİZ ÇAKIR


TOHUMCULUK SEKTÖRÜMÜZÜN DURUMU / PROF. DR. CENGİZ ÇAKIR
Tarım ve Gıda Etiği Derneği tarafından düzenlenen “2. ULUSLARARASI TARIM VE GIDA ETİĞİ KONGRESİ” 24 - 25 Ekim 2019’da İzmir’de yapıldı. Programda, açılış ve kapanış konferanslarından başka sekiz çağrılı konuşma, iki panel, 54 sözlü bildiri, 10 poster bildiri yer aldı. İki salonda iki gün boyunca Türkçe ve İngilizce sunum ve tartışmalar yapıldı. Kısa adı TARGET olan derneğin başkanı Prof. Dr. Cemal Taluğ başta olmak üzere emeği geçen bütün ilgilileri kutlarım. Kongrede açıklanan bazı bilgileri sizlerle paylaşmak istiyorum.
Bu yazı büyük ölçüde Türkiye Tohumcular Birliği Genel Sekreteri Sayın Dr. Muhteşem Torun’un 25 Ekim 2019 tarihinde anılan kongrede yapmış olduğu sunumdaki verilere dayanmaktadır.
Türkiye Tohumcular Birliği (TÜRKTOB); tohum, fide, fidan ve süs bitkileri üreticilerini kapsayan birlik olup, 7 alt birliğin yasa gereğince kurulmuş çatı örgütüdür. Alt birlikler itibariyle üye sayıları aşağıdaki gibidir. Birlik üyelerinin yüzde 81’i, Tohum Yetiştiricileri Alt Birliği’nin üyesidir.
Tohumculukta ticari büyüklükler:
- Katma değer 10 milyar dolar,
-Üretim değeri 4 milyar dolar,
- Dış ticaret hacmi 500 milyon dolardır.
Tohumculuk sektörümüzün iş hacmi bakımından dünyada 11. sırada bulunmaktayız.
Dış ticraret dengesi:
Kararlı bir gelişme gösteren tohumluk ihracat değeri 2018 yılında 260,6 milyon dolara ulaşarak ilk kez ithalat rakamını (240,9 milyon dolar) aşmış olup, ihracatın ithalatı karşılama oranı yüzde 108 olmuştur. İhracat artışı daha çok tohum dış satımından kaynaklanmaktadır.
Sayı bakımından tohumculuk sektöründeki firmaların yüzde 93’ü yerli sermayeli, yüzde 3’ü yerli ve yabancı firma ortaklığı olup, yabancı sermayeli firmaların oranı yüzde 4’tür.
Ancak sayıca az olan yabancı sermayeli firmaların ticaret hacmindeki payı yüzde 30’a ulaşmaktadır. Yerli ve yabancı ortaklı firmaların payı yüzde 19 olup, yerli sermayeli firmaların payı ise yüzde 51’dir.
Üretim verileri:
H1 milyon 60 bin ton sertifikalı tohum
H4 milyar adet fide
H1,7 milyar adet süs bitkisi
H188,7 milyon adet fidan üretilmiştir.
Türkiye Tohumcular Birliği Genel Sekreteri Sayın Dr. Muhteşem Torun’un tohumculuk konusundaki aydınlatıcı açıklamaları şöyledir:
- Ülkemizde GDO’lu tohum var mı?
Ülkemizde 5977 sayılı Biyogüvenlik Yasası ile GDO’lu tohumların üretimi ve her türlü ticareti yasaklanmıştır. Aksine hareket edenler hakkında 12 yıla kadar hapis ve ciddi para cezaları söz konusudur.
- Buğdayın genetiği ve kromozom sayısı değiştirilmiş midir?
Buğdayımız binlerce yıldır aynıdır. İddia edildiği gibi bitki ıslahı çalışmaları sonucu kromozom sayısı 48-50’ye çıkarılmamış ve buğdaya gen transferi yapılmamıştır.
- Hibrit tohum nedir? İnsan sağlığı açısından sakıncalı mıdır?
Hibrit (melez) tohumlar doğada bulunan ve dünya var olduğundan beri üretilen tohumlardır. Hibrit tohum kullanılarak elde edilen ürünler insan sağlığına zarar vermez. Hibrit teknolojisinin GDO ile hiçbir ilgisi yoktur. Hibrit tohumlar kısır değildir. Hibrit tohumlarla üretilen ürünler kısırlığa neden olmaz. Güvenle tüketiniz.
- Çiftçilerin kendi tohumlarını üretip kullanmaları yasak mıdır?
Çiftçilerin kendi tohumlarını üreterek kullanmasında hiç bir yasal engel yoktur. 5553 sayılı Tohumculuk Kanunu ticarete konu olmamak kaydıyla, kendi ihtiyaçları için yapacakları tohum üretimine izin vermektedir.
- Yerel çeşitlerin üretimi ve kullanımı yasak mıdır?
Yerel çeşitlerin çiftçiler tarafından tohumluk olarak üretilip, yine kendileri tarafından tohumluk olarak kullanılmasına hiçbir yasaklama yoktur. Para karşılığı olmamak üzere komşusuna da verebilir.karşılık gelmektedir.
- İsrail ile yapılan tohum ticaretinin hacmi:
İsrail’den 12 milyon dolarlık tohum ithal edilmiştir. Çoğunluğu domates tohumudur.Bu miktar Katma değere göre binde 1,2; Üretim değerine göre binde 3; Tohumluk dış ticaret hacmine göre yüzde 2,4; Toplam ithalata göre yüzde 5 paya karşılık gelmektedir. İsrail’den almış olduğumuz domates tohumundan üretilen domateslerin bir kısmını İsrail’e satmaktayız. Bu durum hibrit tohumun kısırlığa yol açtığı iddiasının saçmalığını göstermektedir.
Birinci deredede sorumlu olan kişiden edinilen bu bilgileri sizlerle paylaşmak istedim. Sayın Dr. Muhteşem Torun’u güzel sunumu için kutlar, emeği için teşekkür ederim.
Not: Tarım Türk Bitkisel Üretim Dergisi’nin Eylül - Ekim 2019 sayısında TÜRKTOB Başkanı Savaş Akcan ile yapılan röportaj yer almaktadır.
Kaynak: https://www.aydinlik.com.tr/tohumculuk-sektorumuzun-durumu-cengiz-cakir-kose-yazilari-ekim-2019
Cengiz Çakır - Aydınlık Gazetesi, 28.10.2019

28 Ocak 2020 Salı

ORGANİK HİKAYELER - Süleyman Yurddaşer, Zir.Yük.Müh. / Prof. Dr. Cengiz Çakır

ORGANİK HİKAYELER

Süleyman Yurddaşer, Zir.Yük.Müh. / Prof. Dr. Cengiz Çakır
Tarıma organik demek kadar abes bir şey olamaz. Tarımsal üretim nasıl yapılırsa yapılsın; yani, ister entansif ya da geleneksel yöntemle yapılsın organiktir, yani canlıdır.
ORGANİK TARIM UYDURMASI
Organik tarım, ikinci dünya savaşından sonra gelişmiş ülkelerde ortaya çıkmış bir deyimdir. Daha çok az gelişmiş ülkelerde geleneksel üretim şekli ile elde edilmiş gıdaları tercih eden zenginlerin dayattığı bir üretim şekli olarak değerlendirebiliriz. Son yirmi senede geliştirilmiş bir üretim şeklidir. Üreten az gelişmiş ülkeler olurken, tüketenler gelişmiş ülkelerdir. Daha sonra ABD’de bir grup bir araya gelerek, belirli bir standart geliştirerek ürünlerin bu standarda göre sertifikalandırma kuralı çıkarmışlardır. Bu standartı geliştiren kurumun adı IFOAM (Uluslararası Organik Tarım Hareketi)’dır. Bugün her ülkenin organik üretim ve gıda sertifikalandırma kuruluşları vardır hepsi de bu IFOAM standartlarına göre sertifika vermekteler. Bu sertifikasyon kuruluşları IFOAM’a komisyon ödemektedirler.
Bunun yanı sıra organik tarımda kullanılacak girdileri (gübre, zirai ilaç vb) üreten bir sektör oluşmuştur. Klasik girdilere göre çok daha pahalı ürünler olarak piyasaya sürülmektedir. Bu ürünlerde organik tarımda kullanılabilir sertifikası almak zorundadırlar. Dağdan, ormandan toplanan, doğal olarak yetişmiş meyve ve sebzeleri bile organik diye uluslararası pazarda satabilmeniz için organik üretim sertifikası almanız gerekir. Kabul edilen üretim şekli hem çok pahalıya mal olmakta hem de klasik üretim şekline göre yaklaşık yüzde 40-50 oranında daha düşük verim alınmaktadır. Değerli hocamız Yıldırım Koç, AB’den para alan sendikalar üzerine bir dizi makale yazmıştı. Bu makalelerinin birinde 2000 yılında Dev-Maden Sendikasının Hollanda hükümetinden STK’lar kanalı ile para aldığını, bu parayı koşullu verdiklerini açıklamıştı makalesinde. Koşulları; Dev-Maden Sendikası bu para ile organik tarım kitabı yazdırıp bedava dağıtması idi. Tabii yazarını da işaret ederek. Bunlardan da anlıyoruz ki bu üretim şekli bizim menfaatimize değildir.
Not: Bir televizyon kanalında sertifikaya da gerek duymadan sebze ve meyveyi koklayarak organik olup olmadığını anlayan(!) bir hekimi izlemiştik.
ET VE YUMURTA TAVUKÇULUĞU ÜRETİMİNDEKİ HURAFELER
Ülkemizde milli sermaye ile kurulmuş endüstriyel et ve yumurta tavukçuluğumuz dünya ile yarışır duruma gelmişti. Ancak bu sektör, bu onu ile ilgisi bilgisi olmayan kendini bilmez diplomalı cahiller yüzünden çok sekteye uğramıştır. Geçen yıllarda onkolog olduğunu söyleyen bir hekim, elinde kesilmiş bir et tavuğu ile kanal kanal dolaşıyordu. "Bu yediğinizi tavuk mu sanıyorsunuz, bakın bunun kemikleri bile gelişmemiş" diyordu. "Bunu yetiştirirken hormon ve antibiyotik kullanılıyor, bunlar da tüketenler için birçok risk oluşturmaktadır" tarzında açıklamalar yapıyordu. Bu asılsız açıklamaları aylarca sürdü ve hâlâ bu açıklamalara devam etmektedir. Bu açıklamalar sonucu et tavuğu yetiştiren işletmeler yurtiçinde ve yurtdışında sürekli pazar kaybedip zor duruma düştüler. Bir kısmı kapandı, bir kısmı da yabancı sermayenin eline geçti.
Gerçek ise bu hekim ve hekimlerimizin söylediklerinin tam tersi idi. Bu et tavukları hibrit tavuklardır. Islah çalışmaları sonucu verilen yemleri çok çabuk ete dönüştüren gen yapısına sahip olmuşlardı. Gayet sağlıklı ve insanlara ucuz protein sağlayan canlılardır. Burada şunu da not etmeliyiz ki bugün İsrail halkının protein ihtiyacının yüzde 75’ini bu tavuklardan karşılamaktadır. Broyler denen bu piliçlerin yetiştirilmeleri tabir yerinde ise el bebek, gül bebek şeklindedir. Anneler bebeklerini büyütürken bu canlılara gösterilen ihtimamı göstermediklerini biliyoruz. Onlara verilen antibiyotikler, eğer insana zararlı ise önce benzer organizmaya sahip o piliçlere zarar verir ki kesime yakın hiçbir kimyasal ilaç verilmez. Çünkü bunun dünyada ve ülkemizde kabul edilmiş bir kuralı vardır.
Sanıyorum 2017 yılında bir program için Ulusal Kanal’a gitmiştim. O sırada yukarda bahsedilen onkolog programda idi. Program bitince sunucuyu uyarmıştım. Sunucu da sen ne anlarsın, basit bir ziraat mühendisisin diye beni azarlamıştı. Haklıydı idi belki arkadaşımız, çünkü ülkemizde işler karışıktı, hasta tedavi etmesi gereken hekim tavukçuluk hakkında topluma bilgi verebiliyordu. Anılan hekimi dinledikten sonra onlarca anneden "ben artık çocuklarıma tavuk eti yedirmiyorum" şikayetleri dinledim. Bunun yanlış olduğunu seve seve yedirmeleri gerektiğini anlatmaya çalıştım.
Aynı şekilde endüstriyel yumurta üretimine de saldırılar olmaktadır. Yerine gezen tavuk uydurmaları tavsiye edilmektedir. Ne yazık ki kırsal kalkınma kurumu da gezen tavuk projelerine hibe vermektedir (AB fonları desteklenen). İçerde bilir-bilmez sözde bilim insanlarının(!) beyanatları yüzünden son zamanlarda tek ihraç kapımız olan Irak hükümeti de yumurta alımını kesmiştir.
SÜT VE SÜT ÜRÜNLERİ İLE İLGİLİ HURAFELER
Bu konu ile ilgili çok ünlü bir gazeteci yazarımız, gerçekle ilgisi olmayan yalan yanlış bilgilerle dolu bir kitap yazmış, toplumda özellikle okumuş kesimde çok rağbet görmüştü. Bunun eleştirisini içeren yazım, Teori dergisinin internet sayfasında halen günceldir ve okunabilir. Başka mecralarda da bu konu ile alakasız beyanlara çok rastlanmaktadır. Özellikle piyasada satılan hazır yoğurtlara akıl almaz saldırılar yapılmaktadır. Şunu bilmiyorlar ki yoğurt sütten başka bir şeyden yapılmaz en çok da yoğurda konan katkı maddesinden söz edilir. Katkı maddesi konulan sütten yoğurt olmaz. Zira, sütü yoğurta çeviren laktabasillüs bakterileridir. Koruyucu konulan sütte bu bakteri üremez ve sütte yoğurda dönüşmez. Ancak, sütte ve yoğurtta yağ oranları farklı olabilir. Bu da lezzet bakımından farklılık yaratır. Doğal olarak fiyatları da farklı olur. Belki şu olabilir, yağı alınmış süte margarin veya bitkisel yağ katılarak yoğurdun kaymaklı olması sağlanabilir o da gıda kontrolü yapan görevlilerin ilgi alanına girer, sahtekarlıktır. Bunlar da toplatılıp gerekli cezaya muhatap olmaktadırlar.
Burada konular oldukça kısa ve anlaşılır şekilde ortaya konulmaya çalışılmıştır. İstenirse çok daha ayrıntılı olarak açıklanabilir. Üreticilere zarar veren, tüketicilere korku salan olumsuz ve yanlış beyanlardan kaçınmak gereklidir. Hatta bu tür yanlış bilgilerle halkı kandıran, korku salanları cezalandıracak yasal önlemler alınmalıdır.
* * * * * * * * * * * * * * * * *
Kaynak: https://www.aydinlik.com.tr/organik-hikayeler-ozgurluk-meydani-ocak-2020
Süleyman Yurddaşer, Zir.Yük.Müh. / Prof. Dr. Cengiz Çakır - 27.1.2020


27 Ocak 2020 Pazartesi

TARIM İLAÇLARI VE ‘DOMATESLER İADE EDİLDİ’ YALANI


TARIM İLAÇLARI VE ‘DOMATESLER İADE EDİLDİ’ YALANI

Süleyman Yurddaşer, Zir.Yük.Müh. / Prof. Dr. Cengiz Çakır
-Hormon meselesi; tamamen bilgisizliğe dayanan bir uydurmadır. Entansif tarımda verilen gübrelerden azami istifade etmeleri için bazı gelişim düzenleyiciler kullanılır. Bunlar hormon değildir.
-İhraç edilen hiçbir tarım ürünün geri gelmesi söz konusu değildir. İhraç edilen ürünün gittiği yerde ayıplı olduğu tespit edilir ise yetkililerce rapor tutulur, orada imha edilir ve yapılan masraflar ihracatçıya fatura edilir.
TARIM İLAÇLARI VE HORMONLARLA İLGİLİ YANLIŞLAR
Aslında bu söylem yıllar önce Türk tarım ürünleri, özellikle meyvelerimiz için iyi bir pazar olan Arap ülkelerini elimizden almak isteyen ve bunu başaran Hollanda tarafından uydurulmuştur. Aslında Avrupa Birliği ülkelerinde kullanılan zirai ilaç miktarı Türkiye’nin tam 10 katıdır. Zirai mücadelede kullanılan ruhsatlı ilaçlar kontrol altında olup, reçete ile satılmaktadır. Dünyada zirai ilaç üreticileri, Batılı çok uluslu kimya şirketleridir. Bu şirketler sermaye olarak çok güçlüdürler, ar-ge için çok güçlü sermaye ayırırlar. Tarımda problem oluşturan hastalık ve zararlılarla mücadele için pestisitler geliştirirler. Üniversitelerde geliştirilen pestisitleri de satın alma yoluna gidebilirler. Dünya çapında geçerli patentler alır ve ruhsatlandırırlar. Bu pestisit artık on yıl koruma altındadır. On yıl sonra komodite olur. Yani her firma üretebilir hale gelir. Üretim artınca ilacın fiyatı yarı yarıya veya üçte bir seviyesine kadar düşer. İlk üretici firma da buna uymak zorunda kalacağı için ilk on yıldaki kazançları çok düşmüştür. Bu süre içinde çalışmaları devam etmiş komodite olan pestisitin yerine yeni bir formülasyon geliştirilmiştir. Bundan sonra artık ilk formülasyonun insan sağlığına zararlı olduğu, kanserojen olduğu söylemi yayılır. Komodite olan pestisitin ruhsatı dünya çapında iptal edilmelidir ki yeni formülasyon yüksek fiyatlarla devreye girsin. Bunun için kesenin ağzı açılır her türlü basın yayın kanalında eski ilacın insan sağlığına zararları anlatılır. Bu arada sözüm ona bilimsel yayın yapan dergiler de unutulmaz. Bu dergilerde o yayınları gören akademisyenler(!) , sağlık sektöründe söz sahibi olanlar, bu olayın üstüne yüklenirler. "Aman zirai ilaçla mücadele edilen meyve ve sebzeleri tüketmeyin, kurtlu elma tüketin" önerileri ayyuka çıkar.
Oysa en güçlü etkiye sahip bir pestisit yüzde 40 yoğunluğundadır, yani içinde yüzde 40 etkili madde vardır. Bunlar en fazla bir litrelik şişede muhafaza edilir ve satışa sunulur. Bu preparat 1000 litre suya konularak meyve bahçesinde 5 dekar alana, sebze bahçelerinde 10 dekar alana püskürtülür. Örneğin bir elma tanesine ne kadar zirai ilaç düştüğü hesaplanır ise 0.0000003 gram zirai ilaç isabet ettiği görülecektir. Günlük yaşamımızda zorunlu olarak kullandığımız, temas ettiğimiz kimyasallar düşünülür ise bu miktar "tabir yerinde" ise devede tüy bile değildir.
Ayrıca zirai mücadele yapılmadığı zaman meyve ve sebzelerde hastalık ve zararlıların açtığı lezyonlarda hızla üreyecek bakteri ve fungusları (mantar) düşünürsek elma üzerindeki bu kalıntı hiçbir şeydir. Kaldı ki hiç kimse sebze ve meyveyi yıkamadan tüketmez. Yani işin özeti mesele, zirai ilaçta dönen sömürüye dayanmaktadır. Yine burada Sn. Canan (Karatay) hocamızı anmadan geçemeyeceğiz. Canan hocamız zirai ilaçlarda BROM olduğunu iddia etmektedir. Bilindiği gibi brom gaz formundadır. 90’lı yılların sonuna kadar bromür şeklinde brom içeren bir preparat seralarda toprak dezenfeksiyonunda kullanılıyordu, 2000’li yıllardan bu yana kullanılmamaktadır, dünyada yasaklanmıştır ve imalatı da yoktur.
Kontrollü, tekniğine uygun kimyasal zirai mücadele şimdiye kadar yapılmıştır, bundan sonra da yapılacaktır. Üreticilerin hiçbirisi ürettiği ürünü kurda yedirmeye, hastalıklarla çürütmeye razı olmayacaktır.

Hormon meselesine gelince; tamamen bilgisizliğe dayanan bir uydurmadır. Bütün canlılar da olduğu gibi bitkilerde de onlarca hormon vardır ve kendi bünyelerinde sentezlenir. Bunların hangi birisi bitkiye verilecektir? Entansif tarımsal üretimde bitkinin öz sularının hızlı hareketi için ve verilen gübrelerden azami istifade etmeleri için bazı gelişim düzenleyiciler (BGD) kullanılır. Bunlar hormon değildir. Bu zirai ilaç kalıntısı ve hormon söylentilerini kazıdığımızda karşımıza önce Hollanda çıkmaktadır. Bunun hikayesi de buraya sığmayacak kadar uzundur.
Not: Televizyonlardaki beslenme programlarında sebze ve meyvenin şekline bakarak hormonlu(!) olduğunu tespit eden hekimler olmuştu.
'İHRACATTAN DÖNDÜ SÖYLEMLERİNİN ASILSIZLIĞI
Yine basında ve sosyal medyada sık sık rastladığımız bir konu; şu kadar miktar domates veya biberi Rusya geri göndermiş. Bunu duyan halkımızı da alır bir endişe, bize mi yedirdiler bunları diye? İhraç edilen hiçbir tarım ürünün ihraç edildikten sonra geri gelmesi söz konusu değildir. Zira geri gelmesi için, ihracatçının ürününü tekrar ithal etmesi gerekir ki bu olanaklı değildir. İhraç edilen ürünün gittiği yerde ayıplı olduğu tespit edilir ise yetkililerce rapor tutulur, orada imha edilir ve yapılan masraflar da ihracatçıya fatura edilir. Ancak hiçbir ihracatçı kendini riske sokup böyle bir ürünü ihraç etmeye kalkmaz. İhracatçı ürün göndereceği ülkenin normlarını önceden öğrenir. Bu normlar ülkeler arasında yıllık olarak ticaret bakanlıklarına ve ülke gümrüklerine bildirilir. İhracatçı da ürün göndereceği ülkenin normlarına göre ürün hazırlar. Bu normlar, ambalajdan hastalık ve zararlılar yönünden karantina önlemlerine kadar bir dizi kuralı içermektedir. Öncelikle şu bilinmelidir ki ihracatçı, ürünlerine Türkiye’de akredite bir labaratuvardan sağlık raporu almadan bizim gümrüklerimizden ürünün çıkmasına izin verilmez. Bu raporda, zirai ilaç yönünden ürünün gideceği ülkenin bildirdiği (etkili madde bazında) MRL (Maksimum Rezüdi Limiti) den yüksek olmaması, hastalık ve zararlı kalıntısı olmadığı tespit edilir. Buna rağmen ihraç edilecek ürünlerde gideceği ülkenin MRL değerinin üzerinde çıkan ürünler olmuştur ve bunlar kayıtlıdır. Bu kayıtları görenler de ürünün ihracattan geri geldiğini sanmaktadırlar. Aslında bu MRL değerleri de politik değerlerdir. Bir ülke bizden ürün almak istemez ise bu değerleri çok düşürebiliyor. Yani bunlar sabit değerler değil, ülkeden ülkeye değişen değerlerdir.
TOPRAKLARIMIZIN ZEHİRLENDİĞİ HURAFESİ:
İşi bilmeyenler tarafından, tarda kullanılan kimyasal gübrelerin toplarımızı zehirlediği sık sık gündeme getirilmektedir. Hiçbir üretici toprağını zehirleyecek kadar gübre kullanmaz. Çünkü üretim ekonomik bir iştir, yüksek bedel ödeyerek aldığı kimyasal gübreyi gereğinden fazla kullanmaz. Ayrıca, gereğinden fazla kullanması tarlasına ektiği ürüne de faydadan çok zarar verir, ürünü kurutabilir. Sağlıklı ürün almak için bitkinin topraktan kaldırdığı bitki besin elementlerinin kimyasal gübrelerle takviye edilmesi zorunludur. Bunlar, ana besin maddeleri olarak azot(N), fosfor(P) ve potasyumdur(K). Bu bitki besin elementleri ayrıca topraktaki faydalı mikroorganizmaların da besin kaynağıdır. Kimyasal gübreler bu mikroorganizmaları beslediği gibi, fazla kullanılması halinde bunlara da zarar vereceği için ölçüsünde kullanılır. Bu kimyasal gübrelerle toprağın zehirlendiğini iddia edenler, bunların yerine hayvan gübresi, kompost ve solucan gübresi önermektedirler. Bunların da elbette toprağa yararı vardır en azından toprağa organik madde kazandırırlar. Fakat bu önerilen gübreler içinde bitki besin elementlerinin hangisinden ne kadar olduğunun tespiti her zaman olanaklı değildir.
Profesyonel tarım işletmelerinde hayvan gübreleri zaten kullanılmaktadır. Toprakta yeteri kadar organik madde bulunmak zorundadır. Zira tarım yapılan arazide bitki artıkları bitki kökleri olacaktır, bunlar da organik maddedir. Toprakta doğal olarak solucan da bulunur. Kompost önerisine gelince, bütün tarım arazilerimize kompostu nereden bulacağız? Ancak, bu konuda belediyeler için geliştirdiğimiz bir projemiz vardır. Özellikle gelişmiş batı ülkelerinde, kent bostanları diye tercüme edebileceğimiz, aslında şehir hayatından bunalan insanları ve yaşlıları rehabilite etme amacı ile teşvik edilen bir proje vardır. Bu proje, teraslarda, kullanılmayan sokaklarda ve terk edilmiş fabrika arazilerinde çeşitli sebze, meyve ve çiçek yetiştirme esasına dayanan bir projedir. Bu yetiştiricilere kompost yapımı öğretilmekte ve gübre olarak bitki artıklarından yaptıkları bu kompostları kullanmaları sağlanmaktadır. Bunları gören ve işin esasını bilmeyen bazıları bunu profesyonel tarımsal üretimle karıştırmaktadırlar.

Kaynak: https://www.aydinlik.com.tr/tarim-ilaclari-ve-domatesler-iade-edildi-yalani-ozgurluk-meydani-ocak-2020

Süleyman Yurddaşer, Zir.Yük.Müh. / Prof. Dr. Cengiz Çakır / 26.1.2020 02:00

'KISIR TOHUM' UYDURMASI VE BUĞDAY GERÇEKLERİ


'KISIR TOHUM' UYDURMASI VE BUĞDAY GERÇEKLERİ

PROF. DR. CENGİZ ÇAKIR / SÜLEYMAN YURDDAŞER-ZİR. YÜK. MÜH.

Birçok ülkenin en stratejik ürünü buğdaya, bünyesinde bulunan glüten proteininden dolayı yapılmaktadır. Nedeni ise çölyak hastalığı yapıyor olması imiş. Oysa bu hastalığın 100 bin kişide bir görülen glüten alerjisinden ileri geldiği biliniyor.
Ülkemizde tarım konusunda çeşitli ortamlarda, (TV açık oturumlarında, sosyal medyada, internet haber portallarında ve bazı gazetelerde) doğru olmayan bilimle, uygulamayla ve üretimle ilgisi olmayan, bu konuda söz sahibi olmaması gerekenlerce birçok sözüm ona bilgi(!) paylaşılıyor. Bunların doğru olmadığını birçok yerde açıkladık. Ancak bu yanlış bilgiler gittikçe artıyor ve halkın da kafası karışıyor. Bu karışıklığa bir nebze önlem alabilmek için hazırladığımız bu üç bölümlük bilgilendirme yazımızı dikkatlerinize sunuyoruz.
TÜRKİYE’DE TARIMDAKİ HURAFELER VE YANLIŞ BİLGİLER-1
* Tohumla ilgili yanlış bilgi ve hurafeler:
Sosyal medya ve bazı internet haber kanallarında, ayrıca bu konu ile ilgisi-bilgisi olmayanların beyanatlarında sıkça rastladığımız, kısır tohum söylemi gerçeği yansıtmamaktadır. Kısır olan materyal tohum olmaz. Bir canlının kısır olması için tek kromozomlu (1N) olması gerekir. Tek kromozomlu bir canlı da olmaz. Bölünme ile çoğalan (eşeyli çoğalma olmayan) bakterilerin fertil olabilmesi için kromozomları kıvrılarak yumak oluşturmaktadır. Hibrit tohum ekildiğinde onun meyvesinden tohum alınamayacağı sanısı yanlıştır. Hibrit tohumun da meyvesinde mutlaka tohum olur ve tohum ekilerek ürün alınabilir. Ancak, ilk ekilen tohuma göre bir miktar açılım gösterebilir. Bu nedenle tohumluk olarak sertifikalandırılamaz, ticari olarak pazarlanamaz.
Bazı televizyon kanallarında, “hibrit tohumdan yetişen sebze ve meyveleri tüketenler kısır olur” söylemi akla zarar bir söylemdir. Yine çiftçi kendi yetiştirdiği üründen tohum alıp tarlasına ekemez söylemi yanlıştır. Üretici kendi ürettiği üründen tohum kendi tohumluğunu ayırabilir. Ancak, 5553 sayılı tohum sertifikasyon kanuna göre ticaretini yapamaz.
2006 yılında çıkarılan 5553 sayılı tohum sertifikasyon yasasına çok saldırı vardır. Bu yasa ile tohumculuğumuzun yabancı tohum tekellerine teslim edildiği savlanmaktadır. Bu da yanlıştır. 5553 sayılı tohum sertifikasyon yasası tohum, fide ve fidan ıslahçısını, sertifikalı tohum üreticisini ve çiftçiyi koruma altına almıştır.
Kontrolsüz tohum yetiştiriciliği bazı hastalıkların taşınmasına, yabancı döllenme ile saf çeşitlerin yozlaşmasına yol açabilir. Bu nedenle günümüzde, belki de iyi niyetli olarak yaygınlaşan tohum takasçıları yanlış yapmaktadırlar. Bugün Türkiye’de birçok yabancı tohum şirketi vardır ve bunlar 5553 sayılı yasa ile kontrol altındadırlar. Anılan yasa gereği yabancı tohum firmaları yurt içinde ne kadar tohum üretirlerse o kadar ithal izni almaktadırlar. Bu nedenle tohumculuğumuzun tamamen dışarıya bağımlı olduğu veya bu konuda İsrail’e bağımlı olduğumuz asılsız bir iddiadır.
TÜİK verilerine göre İsrail’den ithal ettiğimiz tohum miktarı toplam ithalatımızın yüzde 0.15’i kadardır. Günümüzde 1000’den fazla yerli tohum şirketimiz vardır. Yine TÜİK verilerine göre 2018 yılında 1milyon 50 bin ton tohum üretilmiş, bunun 500 bin tonu ihraç edilmiştir. Tohum ihracatımız ithalatı karşılar durumdadır.
Yerli tohum şirketleri tohum ıslahında biyoteknolojiyi kullanmaları için teşvik edilmelidir. Tohum ıslahında GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar) konusunda da gerçeğe uymayan hurafeler toplumumuzda geniş yer bulmaktadır. Baştan söyleyelim, bitki ıslahında gen değişim işlemi geride kalmış bir biyoteknolojidir. Gen değişimi yerine mutasyon teknolojisine geçilmiştir. Yani bitkide istenilen özellikleri sağlayabilmek için bitki hücresinde bazı genler ışık, ısı gibi bazı etkenlerle baskı altına alınarak mutant genler elde etmeye yarayan bir teknolojidir.
Mutasyon doğada sürekli olan bir değişimdir. Örnek vermek gerekirse; Vaşington Portakalı bir mutasyon sonucunda ortaya çıkmıştır. Canlıların evriminin gerçekleşme yollarından biri de mutasyondur.
Biyoteknolojide ileri gitmiş bazı ülkeler ya da şirketler, DNA sarmalının bir kısmının değiştirilmesi esasına dayanan CRISPR teknolojisine geçmiştir. Avrupa Birliği’nde olduğu gibi ülkemizde de Genetiği Değiştirilmiş Organizma içeren üretim materyalinin girişi yasaktır. Şunu da belirtmek gerekir ki dünyada genetiği değiştirilmiş gıda tüketmekten dolayı zarar görmüş bir insana dair rapora rastlanmamıştır.
Bize göre GDO konusundaki olumsuzluklarla ilgili bilgilerin kaynağı bu teknolojiye sahip emperyal şirketlerdir. Böylelikle bu teknolojiye başkalarının sahip olmasını önlemek için kamuoyu oluşturmaktadırlar. Olumsuzlukları dünyaya yaymaları bu nedenledir.
Burada olumlu bir örnek verebiliriz; birincisi diyabet hastalarının kullandığı insülün hormonu genetiği değiştirilmiş mayadan ve bakteriden elde edilmektedir. İnsülün üretilmesini sağlayan genin insandan alınarak, bir bakteri plazmidine aktarılması ile onların protein protein yapısında olan insülün hormonu üretmeleri sağlanmaktadır.
İkincisi ise dünyada altın pirinç diye tanınan genetiği değiştirilmiş pirinçtir. Bu pirinç geni değiştirilerek karoten (A vitaminin aktif maddesi) sentez edebilir hale getirilmiştir. Böylelikle ağırlıklı olarak pirinçle beslenen toplumlarda demir alımını teşvik ederek, anemi (kansızlık) hastalığının önlenmesine önemli katkıda bulunmuştur.
Ülkemizin gen kaynağı olan yerli tohumlarımız, bir tanesi Ankara’da diğeri İzmir’de olmak üzere iki tohum bankasında koruma altına alınmıştır. Gerektiğinde bu tohumlar ekilip yenilenerek çimlenme kabiliyetlerinin korunması sağlanmaktadır. Yine bu 5553 sayılı yasa ile yerli tohumlarımız tescillenerek yabancıların eline geçmesi önlenmiştir.
* Buğdaya yapılan saldırılar:
Yukarda bahsedilen ortamlarda buğdaya bilir-bilmez saldırılar yapılmaktadır. Bugün ABD dahil birçok ülkenin en stratejik ürünü buğdaydır. Arkeolojik kazılarda da rastlandığı gibi buğday binlerce yıldır insanlığın asli gıdası olmuştur ve olmaya devam edecektir. Buğdaya en çok saldırılar buğdayın bünyesinde bulunan glüten proteininden dolayı yapılmaktadır. Nedeni ise çölyak hastalığı yapıyor olması imiş. Oysa bu hastalığın 100 bin kişide bir görülen glüten alerjisinden ileri geldiği bilinmektedir.
Öte yandan buğdayın kalite ölçüsü bünyesinde bulunan bu proteinin miktarıdır. Ayrıca, glütenin oluşmasını sağlayan glüyadin amino asitinin birçok hastalığın tedavisinde kullanıldığı tıp otoritelerince açıklanmaktadır. Başka bir çelişki ise glüten karşıtı olanlar, insanlara kelle-paça çorbası tavsiye etmektedirler. Bu çorbalarda kalojen etkisi olan jel proteini bulunur. Yani, jeli tavsiye edip glüteni dışlamak bir çelişkidir. Zira, her iki proteinde yapışkan özelliğindedir.
Bazı odaklar çok eski çeşitler olan, verimi ve besleme değeri çok düşük, karakılçık buğdayı ve siyez buğdayı çeşitlerini övüp tavsiye etmektedirler. Bu da buğday ihracatçısı ülkelerin işine yaramakta, Türkiye bu ülkeler için pazar olmaktadır. Günümüzde Batı ülkeleri ıslah edilmiş yeni çeşit buğdayları ekmekte bir dekardan (1000 metrekare) besin değeri yüksek olan 1000 kg buğday hasat etmektedir. Bu rakam ülkemizde ortalama 250-300 kg/da’dır. Yukarda bahsedilen eski çeşitlerin üretimini teşvik etmek bu rakamı daha da aşağı çekecektir. Önerilen çeşitlerde verim 150-200 kg/da’dır. Islah edilmiş yeni çeşit buğdaylarda protein oranı yüzde 15-17 civarındadır. Eski çeşitlerde ise yüzde 10’un altndadır.
Buğdayda kromozom değişikliğinden, hatta hibrit buğdaydan bahsedilmektedir. Bir canlının kromozom sayısı değişirse o canlı yaşamaz ya da kendi türünün temsilcisi değil başka bir tür olur. Buğdayın kromozom sayısı 2N 14, 28 ve 42'dir. Bu söylem tümüyle yanlış ve bilgisizlik örneğidir. Buğday ve baklagiller çiçek yapıları gereği açık tozlaşma ile döllendikleri için hibrit yapılmaları olanaklı değildir.
Ülkemizde nerede ise yüz yıldır buğday ıslah çalışması yapılmaktadır. Üstün özellikte ve yüksek verimli bir buğday çeşidini ıslahla sabit bir çeşit haline getirilmesi 14-15 yıl sürmektedir. Bu mesele, Gazeteci Soner Yalçın’ın saklı seçilmişler kitabında bahsettiği gibi ve Prof. Dr. Sn. Canan Karatay’ın televizyon kanallarında anlattığı gibi yalan yanlış bilgilerle olan işler değildir.

Kaynak: https://www.aydinlik.com.tr/kisir-tohum-uydurmasi-ve-bugday-gercekleri-ozgurluk-meydani-ocak-2020-1
PROF. DR. CENGİZ ÇAKIR / SÜLEYMAN YURDDAŞER-ZİR. YÜK. MÜH. / 25.1.2020 02:00

Tarımdaki hurafe ve yanlış bilgileri dizi boyunca aşağıdaki başlıklar altında aktaracağız:
* Tohumla ilgili yanlış bilgi ve hurafeler
* Buğdaya yapılan saldırılar
* Tarım ilaçları ve hormonlarla ilgili yanlış bilgiler
* İhracattan döndü söylemlerinin asılsızlığı
* Topraklarımızın zehirlendiği hurafesi
* Organik tarım uydurması
* Et ve yumurta tavukçuluğu üretimindeki hurafeler
* Süt ve süt ürünleri ile ilgili hurafeler.